MÜSLÜMANLIK SINAVI
Bölüm 3
TANRI KAVRAMIYLA İLGİLİ BAZI SORULAR
İslam şeriatının, kendine özgü bir Tanrı anlayışı vardır ki, Muhammed’in
günlük yaşamının gereksinimlerine göre tanımlanmıştır. Bu tanım, akılcı
düşünce insanlarını “Müslümanlık sınavı” nda başarısız kılmaya yeterli
nitelikte bir tanımdır.
Soru: “Siz hiç Tanrı’nın, uygunsuz bir dil kullanarak insanlara
hitap ettiğini, örneğin ‘alçak zorbalar’, ‘soysuzlar’, ‘kahrolasılar’,
‘sapıklar’, ‘yabani eşekler’, ‘susamış develer’, ‘dilini sarkıtıp soluyan
köpekler’, ‘reziller’, ‘beyinsizler’, ‘kof kütükler’, ‘kahrolası insan’
vb. şeklinde konuştuğunu düşünebilir misiniz?”
Eğer bu soruya cevap olarak siz: “Hayır düşünemem, çünkü Tanrı’nın
dili nezihtir; yüce olduğu kabul edilen bir Tanrı, kendi yarattığı kullarına
velev ki bu kullar kötü davranış içerisinde bulunsunlar, küfür etmez; çünkü
bu şekilde konuşmak, onun yüceliğiyle bağdaşmaz; O iyilik saçan bir dille
konuşur” derseniz, Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız. Şu nedenle ki,
bu yanıtınızla Kur’an’ı inkar etmiş olmaktasınız; çünkü Kur’an’da Tanrı’nın
bu yukarıdaki sözcüklerle konuştuğu yazılıdır. Bir iki örnekle yetinelim:
“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum
ağacından yiyeceksiniz...üstüne de kaynar sudan içeceksiniz; susamış develerin
suya saldırısı gibi içeceksiniz; işte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet
budur...”(Vakıa Suresi, ayet 51-56.)
“Ey Muhammed! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz
ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik
onu ayetlerimizle üstün kılardık; fakat o dünyaya meyletti ve hevesine
uydu. Durumu...dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir...”(A’raf
Suresi, ayet 175-176.)
Dikkat ettiniz bu sözlere: Muhammed’in Tanrısı, hem bir yandan “Dileseydik
onu ayetlerimizle üstün kılardık” diyor ve hem de kılmayıp bu kişiyi dilini
sarkıtıp soluyan köpeğe benzetiyor! Olacak şey midir bu? Kalem Sure’inde Tanrı, Kur’an’ı eleştiren ve Muhammed’i alaya alan
bir kimse hakkında şöyle demekte:
“Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, çok yemin eden
alçak zorbaya, bütün bunların dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye
aldırış etmeyesin...Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz...”
(Kalem Suresi, ayet 8-15.)
Öte yandan Muhammed’in Tanrısı, insanların yeteri kadar kendisine baş
eğmemelerinden şikayetçidir. Bu kızgınlık içerisinde insan denilen yaratığı
küçümser; onu en aşağı, en bayağı malzemeyle yarattığını söyler; hem de
yeminler ederek; örneğin:
“Andolsun ki, Biz insanı çamur sülalesinden yarattık.” (Mü’minun
Suresi, ayet 12.)
Ya da insanın kötü huylu olduğunu anlatmak üzere:
“Andolsun ki insan, pek ve açık bir nankördür” der ve ekler:
“Kahrolası insan ne de nankördür.” (Zuhruf Suresi, ayet 15; Abese
Suresi, ayet 17-23; İsra Suresi, ayet 67, vb.) Ama bunları söylerken insanları, iyi ya da kötü yola sokanın kendisi
olduğuna dair söylediklerini unutur.
Örnekleri çoğaltmak kolay; çoğalttıkça şaşkınlığınızın artacağından
kuşku etmeyiniz.!
Soru: “Siz hiç Tanrı’nın, bütün insanları Müslüman yapmak
varken yapmak istemediğini ve çünkü ‘Ben cehennemi insanlarla dolduracağıma
dair kendi kendime ant içtim’ dediğini ve bu andını tutmak için cehenneme
yığınla insan attığını ve sonra cehenneme hitaben: ‘Ey cehennem! Doydun
mu?’ diye sorduğunu ve buna karşılık cehennemin: ‘Hayır doymadım! Daha
var mı?’ diye karşılık verdiğini düşünebilirmisiniz’”
Eğer böyle bir soru karşısında: “Hayır düşünemem! Çünkü bütün insanları
doğru yola sokup Müslüman yapmak olasılığına sahip bir Tanrı’nın böyle
yapmayıp, hani sanki gaddarlıktan haz duyarmış gibi, insanları cehennem
ateşinde yakmak üzere yeminler ettiğini, kendi kendisine söz verdiğini
düşünmek, Tanrı’ya hakaret etmek olur” şeklindeki bir mantığa yönelecek
olursanız Müslümanlık sınavından sınıfta kalmış olursunuz. Çünkü Kur’an’da,
Tanrı’nın, cehennemi insanlarla doldurmak üzere ant içtiği ve bu nedenle
insanların birçoğunu cehennem için yarattığı anlatılmakta. Örneğin Secde
Suresi’nde Tanrı’nın şöyle dediği yazılı:
“Biz dileseydik, herkesi doğru yola eriştirirdik. Fakat: ‘Andolsun
ki, Cehennem’i cinlerle ve insanlarla dolduracağım’ diye kesin bir söz
çıkmıştır benden...” (Secde Suresi, ayet 13.)
Bu doğrultuda olmak üzere Hud Suresi’nde şu var:
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat)
onlar anlaşmazlığa düşecekler. Ancak Tanrı’nın merhamet ettikleri müstesnadır.
Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin: ‘Andolsun ki Cehennem’i
tümüyle insanlarla ve cinlerle dolduracağım’ sözü yerini buldu...” (Hud
Suresi, ayet 118-119.)
A’raf Suresi’nde de şu var:
“Andolsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık...”
(A’raf Suresi, ayet 179.)
Görülüyor ki Muhammed’in Tanrısı, bütün insanları dosdoğru yola sokup
bir tek millet yapma olasılığına sahip olduğunu söyleyerek övünüyor, fakat
her ne hikmetse böyle yapmak istemediğini bildiriyor. İnsanların birçoğunu
sırf cehenneme atmak için yarattığını itiraf ediyor. Sebep olarak da cehennemi
insanlarla dolduracağına dair kendi kendine yeminler ettiğini öne sürüyor.
Ve bu yeminini yerine getirmek maksadıyla, insanlardan bir kısmını kafir
kılıyor (çünkü insanların Müslüman ya da kafir olmaları Tanrı’nın iznine
ve keyfine bağlı, bkz. En’am Suresi, ayet 125). Böylece cehenneme malzeme
hazırlıyor ve cehennemi insanlarla doldurmaya çalışıyor. Ne var ki, o her
şeyi bilir olduğunu söylemesine rağmen, cehennemin, ne büyüklükte olduğunu
ve dolup dolmadığını bilemiyor Tanrı; öğrenmek üzere cehenneme soruyor:
“Ey Cehennem! Doldun mu?”
Ve cehennem, dolmadığını anlatmak üzere Tanrı’ya yanıt veriyor:
“Hayır dolmadım! Daha var mı?”
Şimdi, pek muhtemelen, bu söylediklerimin yalan ya da abartma olduğunu
sanıyor ve bana inanmıyorsunuzdur. İnanabilmeniz için Kur’an’daki ayetleri
görmeniz gerekir. Geliniz birlikte, Kaf Suresi’ndeki şu ayeti okuyalım:
“O gün Cehennem’e: ‘Doldun mu?’ diyeceğiz. O: ‘Daha çok var mı?’
diyecek.” (Kaf Suresi, ayet 30.)
Evet Muhammed’in Tanrısı böyle konuşmakta! Konuşurken de cehennemin
ne büyüklükte olduğunu bilmediğini ortaya koymakta. Çünkü bilmiş olsa,
cehenneme “Doldun mu?” diye sormayacaktı. Tanrı, cehennemin ne büyüklükte
olduğunu bilmediğine göre, cehennem kendisine: “Henüz dolmadım. Daha var
mı?” diyerek arsızlık ettiği süre boyunca, insanları kafir yapıp cehenneme
yollayarak ve böylece kendi kendine vermiş olduğu sözü yerine getirmeye
çalışacaktır. Bununla beraber Muhammed’in söylediklerinden anlıyoruz ki
Tanrı, biran gelip “ayağını koyacak” (her nereye koyacaksa) ve işte o zaman
cehennem “Daha var mı?” demek arsızlığından vazgeçecek ve: “Yetişir artık,
yetişir artık” diyecektir. (2)
Görüyorsunuz ki, Kur’an’daki Tanrı, muziplik olsun diye, bazı kişileri
alaya alarak cennete sokarken (3) çoğu kişileri de cehenneme atmakla meşguldür.
Denilebilir ki, cehenneme atma meşguliyeti daha ağır basmaktadır, çünkü
yukarıda değindiğimiz gibi, kendi kendisine: “Ben cehennemi kafirlerle
dolduracağım” diye söz vermiştir. Bu nedenle ikide bir cehenneme “Doldun
mu?” diye sormakta ve cehennem de ona “Daha var mı?” diye yanıt vermektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, Tanrı bu konuşmayı, özellikle Kıyamet günü Yahudi
ve Hıristiyan olanlarla hesaplaşmak maksadıyla yapmaktadır.(4) Ne var ki,
onları “kafir” yapan da kendisidir.
Öte yandan Muhammed’in Tanrısı, ara sıra bazı kişileri alaya alarak
cennete sokmak gibi muzipliklerden de geri kalmaz.(5) Yine bunun gibi,
80 bin Müslüman kişiyi hiç hesap vermeden Sırat’tan geçirdiği de olur.(6)
Bütün bunlar gösteriyor ki Muhammed’in Tanrısı, kendisini “rahim”, “affedici”...vs.
olarak tanımlamakla beraber, kafir yaptıklarını cehenneme atmaktan büyük
bir zevk almaktadır. Bunu biraz daha iyi anlayabilmeniz için Sırat Köprüsü’nden
geçiş ve cehennem ateşlerine atılış konusunda Kur’an’da yer alan ya da
Muhammed’in Kur’an olmayarak yerleştirdiği şeriat verilerine
göz atmanız gerekir. Orada anlatılanları öğrenmek suretiyle Müslümanlık
sınavına daha da iyi hazırlanmış olursunuz.
Soru: “Size cehennemin, Cuma günleri hariç, haftanın her
günü parlatıldığını ve parlatılırken yeryüzünün ısındığını ve bu nedenle
bu günlerde güneşin zevalde bulunduğu zamanlar namazı tehir etmek gerektiğini
söyleseler inanır mısınız?”
Yine bunun gibi, sıcak ve soğuk mevsimlerin oluşmasının cehennemin kaynamasıyla
ilgili olduğuna inanır mısınız?”
Eğer bu sorulara “Evet, bunlara inanıyorum” diyerek yanıt verecek olursanız,
siz iyi bir Müslüman olarak doğruca cennete gideceksinizdir. Yok eğer:”Hayır,
bütün bunlar aklı dışlayan müspet ilimle uyuşmayan şeylerdir” diyecek olursanız,
Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız. Çünkü Muhammed, bütün bunları,
Tanrı’dan geldiğini söylediği buyruklara dayatmıştır. Örneğin cehennemin
Cuma günleri parlatılmadığını, bunun dışında her gün, güneş zeval vaktindeyken
(en yüksek noktasında) parlatıldığını söylemiştir. Güya Tanrı, her Cuma
günü 600 bin kişiyi cehennem ateşinden azat etmektedir.(7)
Cehennemin kaynamasının ve bu nedenle Tanrı’ya: “Ben kendi kendimi yiyorum”
diye yakınmasının ve yeryüzünde sıcak/soğuk mevsimlerin bu yüzden oluşmasının
hikayesine gelince! Muhammed'’in söylemesi şöyle:
“Sıcak şiddetlendiği vakitte salat(-ı Zuhru) (namaz kılmayı) serinliğe
bırakınız. Zira sıcağın şiddeti Cehennem’in kaynamasındandır. Nar(-ı
Cehennem) Rabbine ( şikayette bulundu ve): ‘Ya Rab, beni ben yiyorum (
izin ver)’ dedi. Allahu Teala da iki def’a nefes almasına izin verdi. Nefesin
biri kışın, diğeri yazın. En çok ma’ruz olduğumuz sıcak ile sizi en ziyade
üşüten zemherir ( işte budur ).”(8)
Görülüyor ki Muhammed, mevsimlerin oluşumunu, cehennemin kaynamasıyla
açıklığa kavuşturmuştur. Güya cehennem şiddetli bir şekilde kaynadığı zamanlar
sıcak mevsim olur. Fakat böyle zamanlarda cehennem kendisini nefes alamayacak
kadar sıkıntıda hisseder; kendi kendisini yiyerek eritiyormuş gibi olur
ve bu nedenle Tanrı’dan, nefes almak için izin ister.Tanrı da ona iki kez
nefes alması için izin verir. Bu izin sayesinde cehennem iki kez nefes
alır; ve işte nefes aldığı zaman yeryüzünde soğuk mevsim başlar!
Hemen ekleyelim ki, başta Diyanet olmak üzere din adamlarımız, bu yukarıdakine
benzer şeyleri “ilim” diye insanlarımıza belletmektedirler. Her ne kadar
cehennemin kaynamasıyla yeryüzünde sıcak mevsimlerin oluşunun ya da cehennemin
Tanrı’ya şikayette bulunup nefes almak istemesinin “kinaye ve mecaz” kabilinden
şeyler olabileceğini kabul etseler de, bunların gerçek olmasının da akla
aykırı düşmediğini bildirirler. Örneğin Diyanet’in açıklaması şöyle:
“Yeryüzünde şiddet-i hararetin Cehennem’in kaynamasından
olması kinaye ve mecaz kabilinden olduğu gibi nar’ın şikayeti ne nefes
alması da mecazidır. Maahaza bunların hakikat olmasına da hiçbir mani-i
akıl yoktur.”
Bunu söylerlerken kendilerine Kur’an’ın İsra Suresi’nin 44. Ayetini
destek edinirler ki, bu ayete göre güya canlı ve cansız her şey Tanrı’yı
övgüyle yüceltir ve Tanrı onların dediklerini işitir. (9)
Soru: “Size deseler: ‘ Tanrı dilediğine hidayet verir, onu
doğru yola sokar ya da dilediğinin gönlünü açar, onu Müslüman kılar, dilediğini
de hidayetinden yoksun kılar, saptırır ya da gönlünü kapatıp kafir kılar.
Dilediğini putlara taptırır, dilediğini puta tapmaktan uzak kılar Doğru
yola soktuklarını, yani Müslüman yaptıklarını cennete atar, kafir yaptıklarını
ya da puta taptırdıklarını cehennem ateşinde yakar! Bu şekilde konuşanlara
karşı ne dersiniz?”
Eğer bu söylenenleri akılcı düşünce kıstasına vurup: “Hayır olmaz böyle
şey. Yüce olduğu kabul edilen bir Tanrı, insanları hem kafir ya da puta
tapan yapıp hem de cehenneme atmış olamaz. Böyle yapacak olursa hem adalet
ilkelerini çiğnemiş ve hem de çelişkili şekilde konuşmuş olur” derseniz
Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız. Ama aklı bir kenara atıp, yukarıdaki
sözlerin doğru olduğunu söyleyecek olursanız cennetin en güzel köşesine
layık bir Müslüman olduğunuzu ortaya koymuş olursunuz. Çünkü Kur’an, Muhammed’in
Tanrısı’nın keyfiliğini, çelişkiliğini, adalet ilkelerini çiğnemişliğini
kanıtlayan buyruklarla doludur. Nice örneklerden biri olarak En’am Suresi’nin
şu ayetini okuyalım:
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslama açar;
kimi de saptırmak isterse...kalbini iyice daraltır (onu inanmayanlar yapar).
Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir (onu cezalandırır).
(En’am Suresi, ayet 125.)
Görülüyor ki, Muhammed’in Tanrısı, dilediğini kafir yapıyor ve kafir
yaptığını da cezalandırıyor! Daha başka bir deyimle insanlar, kendi istek
ve iradeleriyle doğru yolu bulmuş olmuyorlar. Onları Müslüman ya da kafir
yapan Tanrı’dır. Hatta Muhammed bile kendi istek ve iradesiyle doğru yola
girmiş değildir. Onu doğru yola ileten Tanrı’dır. Kur’an’da şöyle yazılı:
“(Ey Muhammed!) Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse
onlara (müşfiklere/puta tapanlara) birazcık meyledecektin. O zaman, hiç
şüphesiz, sana kayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra
bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazsın...”(İsra Suresi, ayet
74-75.)
Bir başka örnek şöyle:
“Allah kime hidayet verirse (doğru yola sokarsa), işte doğru yolu
bulan odur; kimi de hidayetten uzak tutarsa,artık onlara Allah’tan başka
dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde
yüzü koyun haşrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer Cehennem’dir ki
ateşi yavaşladıkça onun ateşini artırırız! Cezaları işte budur! Çünkü onlar
ayetlerimizi inkar etmişler(dir)...”(İsra Suresi, ayet 97.)
Yine görülüyor ki Tanrı, dilediğini hidayete erdiriyor, doğru yola sokuyor
ve cennetlik kılıyor; dilediğini de hidayetten uzak tutuyor,yani saptırıyor
ve saptılar diye onları Kıyamet gününde kör, dilsiz, sağır bir halde cehennem
ateşine atıyor!
Yine bunun gibi kişileri “müşrik” (putperest) yapan da Tanrı. Nitekim
Kur’an’da şöyle yazılı:
“(Ey Muhammed!) Puta tapanlardan (müşriklerden) yüz çevir. Allah
isteseydi puta tapmazlardı...”(En’am Suresi, ayet 106-107.)
Yani Tanrı, dilediğini puta tapanlardan yapıyor ve sonra da Muhammed’e
“onlardan yüz çevir” diye buyuruyor. Bununla da kalmıyor, müşriklerin öldürülmeleri
için şöyle diyor:
“...Müşrikleri (puta tapanları) bulduğunuz yerde öldürün...” (Tevbe
Suresi, ayet 5.)
Yani Muhammed’in Tanrısı, hem insanları günahkar kılmakta, hem de günahkar
kıldıklarını cezalandırmakta, hani sanki suçluluk onlara aitmiş gibi! Olacak
şey midir bu?
Şimdi soracaksınızdır: “Neden Tanrı çelişkili bir dille ve adalet duygularını
çiğner şekilde konuşur?” Bunun çeşitli nedenleri var ve bu nedenlerin hepsi
de Muhammed’in günlük çıkarlarıyla ilgilidir. Örneğin kişileri Müslüman
yapmak isteyip de yapamadığı zamanlar, sorumluluğu Tanrı’ya atmak suretiyle
kendisini temize çıkarma yolunu bulmuştur. Konuyu diğer birçok yayınımızda
(örneğin Kur’an’ın Eleştirisi) ele aldığımız için burada fazla durmayacağız.
Soru: “Dilediğini imanlı ve dilediğini de imansız yapan Tanrı’nın,
kafir yaptığı kişileri şeytanla dost kıldığını kabul edebilir misiniz?”
Eğer bu soruya: “Hayır kabul edemem; çünkü Yüce bir Tanrı insanları
saptırıp şeytanlarla dost kılmaz” şeklinde yanıt verecek olursanız Müslümanlık
sınavından iyi not alamazsınız, çünkü Muhammed’in söylemesine göre
Tanrı, kafir kıldığı kimseleri bir de şeytanlarla dost yaptığını bildirmekle
övünmüştür.
Gerçekten de biraz önce gördüğümüz gibi Muhammed’in Tanrısı, dilediğinin
gönlünü açıp Müslüman yapıyor ve dilediğinin de gönlünü kapayıp saptırıyor,
yani kafirlerden kılıyor; kafir kıldıklarını da cehenneme atıyor. (Bkz.
En’am Suresi, ayet 39, 125; Zümer Suresi, ayet 22,23; Şura Suresi, ayet
8 vb.) Fakat yine Muhammed’den öğrenmekteyiz ki, Tanrı bir de iman sahibi
kılmadıklarını şeytanlarla dost kılmaktan hoşlanmaktadır. Nitekim şöyle
konuşmuştur:
“...Şüphesiz Biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık...”
(A’raf Suresi, ayet 27.)
Yani Tanrı, insanları saptırıp şeytanlarla dost kılmayı kendilerine
mutluluk vesilesi ediniyor. Fakat bunları söyleyen Tanrı, hani sanki bu
söylediklerini unutmuş gibi, bir de şeytanlarla dost olmanın insanlara
ait bir şey olduğunu söyler, örneğin şöyle der:
“Cemaatin bir kısmını hidayete (doğru yola) erdiren O’dur (Tanrı’dır).
Ötekiler ise delaleti (sapıklığı) hak ettiler. Onlar Allah’ı bırakarak
şeytanları canciğer dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda
olduklarını sanıyorlar.” (A’raf Suresi, ayet 30.)
Dikkat ediniz, biraz yukarıda dilediğini doğru yola sokup dilediğini
saptırarak şeytanlarla dost kıldığını söyleyen Tanrı, şimdi burada tam
tersini söylemektedir. Daha doğrusu bir grup insanı doğru yola soktuğunu
açıklarken, bir grup insanın da şeytanları kendilerine dost edindiklerini
bildirmektedir!
Soru: “Size Tanrı’nın, cennetteki erkek kullarına güzel
kadınlar, ‘memeleri yeni sertleşmiş bakire kızlar’ ve ayrıca da ‘oğlanlar’
(gılmanlar, vildanlar) tedarik eder olduğunu söyleseler, ne dersiniz?”
Eğer bunu söyleyen kişiye: “Hayır, Tanrı konuşmuş olamaz, çünkü
bu sözler müstehcen nitelikte şeylerdir; bu sözleri Tanrı’ya yamamak, Tanrı’yı
edepdışı bir dille konuşuyormuş gibi tanımlamak olur ki, bu da O’na hakaret
sayılır” diye yanıt vermeye kalkarsanız Müslümanlık sınavını geçememiş
olursunuz.
Yok eğer bu sözlere inanıp, cenneti dört gözle bekler olduğunuzu bildirecek
olursanız, sınavdan başarıyla çıkmış sayılırsınız. Çünkü Muhammed’in, Kur’an
ya da Kur’an olmayarak koyduğu buyruklara göre cennetler, emsalsiz güzelliklerle
ve nimetlerle doludur. Orada meyvelerin, bağların, bahçelerin her türü
vardır; su ırmakları yanında tadı bozulmadık süt ırmakları, şarap ırmakları,
bal ırmakları, gözü kamaştıran saraylar, tahtlar, koltuklar, atlasdan giysiler,
süsler vb. bulunur. Fakat bütün bunlardan başka bir de “bakire” ve “memeleri
yeni sertleşmiş” kızlar (huriler) vardır ki, cennetteki erkeklere içki
sunarlar ve Tanrı bu kızları, erkek kullarıyla seviştirir. Örneğin al-Nebe’
Suresi’nde Muhsmmed’in Tanrısı şöyle diyor:
“...Şüphe yok ki çekinenlere (Müslüman kişilere) bir kurtuluş,
bir kutluluk ve murada eriş yeri var; bahçeler, üzümler ve memeleri yeni
sertleşmiş yaşıt kızlar; ve dopdolu kadeh. Ne boş bir söz duyarlar orda,
ne birbirlerini yalanlama. Rabbinden fazlasıyla bir lütuf ve ihsan...”
(Nebe’ Suresi, ayet 31-36.)
Vakıa Suresi’nde Tanrı’nın, güzel gözlü ve yepyeni bir yapıda huriler
yarattığı, hepsini de “kız oğlan kız” yaptığı ve bu güzel kızları, “erkeklerine
düşkün ve yaşıt” kıldığı yazılı:
“(Mü’minler) Dikensiz sedir ağaçları, iç içe salkımları sarkmış
muz ağaçları, uzayıp gitmiş gölgeler altında akıp çağlayan sular, alabildiğine
çok, bitmemiş ve engelsiz meyveler asasında, yüksek döşekler üzerinde olacaklar.
Biz o güzel gözlü kadınları (hurileri) yepyeni bir yapıda yarattık ve hepsini
de kız oğlan kız yaptık. Hepsi erkeğine düşkün ve hepsi yaşıt...”(Vakıa
Suresi, ayet 28-37.)
Muhammed’in Tanrısı, bu güzel kızları, sevgili erkek kullarıyla seviştirmek
istediğini bildirmek üzere şöyle der:
“...Yiyin, için! Doyun kolaylıkla. Yaptıklarınızın (yani bana
ve Muhammed’e boyun eğmiş olmanızın) karşılığı olarak ‘dizi dizi tahtlara
yaslanarak’ denecek onlara. Biz onları, iri ( güzel) gözlü hurilerle evlendireceğiz.
(Cennet’te) onlara, iştahlarının çektiği meyve ve etlerden dilediklerince
vereceğiz. Ve onlar orada, kadeh tokuşturacaklar; boş ve günah olmayan
biçimiyle...” (Tur Suresi, ayet 19-20, 23-24.)
Fakat Muhammed’in Tanrısı, cennetteki erkek kullarına sadece güzel ve
bakire tedarik etmeyi yeterli bulmaz; bir de onların hizmetine “gılmanlar”,
“vildanlar” yani genç/taze oğlanlar verir; bu oğlanların “sedeflerinde
saklı inci gibi” olduklarını söyler, şöyle der:
“...Ve onlara, gılman (oğlanlar) hizmet sunacak; (bu oğlanlar)
sedeflerinde saklı inci gibidirler...”
Bir başka çeviri şöyle:
“Hizmetlerine verilmiş (kabuğunda) saklı inci gibi gençler etraflarında
dönüp dolaşırlar.” (Tur Suresi, ayet 24.)
Bu konuda da verilebilecek örnekler pek çok; bunları diğer birçok yayınımızda
ele aldığımız için burada fazla durmayacağız. (10)
Tanrı’yı, erkek kullarına “memeleri yeni sertleşmiş bakire güzel kızlar”
ve “sedeflerinde saklı inci gibi oğlanlar” tedarik eder biçimde tanımlayan
hükümleri, Tanrısal nitelikte kabul etmek güçtür. Tanrı fikrine saygılı
hiç kimsenin bunları benimsemesine olanak yoktur. Ne var ki, İslam şeriatının,
Tanrı’dan ve Muhammed’den gelme olduğunu bildirdiği bu tür din hükümlerini
benimsemediğiniz an, Tanrı’yı ve Muhammed’i inkar etmiş sayılır ve kuşkusuz
Müslümanlık sınavından sıfır almak yanında bir de dinsizlikle damgalanırsınız
ki, bu taktirde yaşamınız tehlikeye girebilir.
Soru: “Size deseler: ‘Öldükten sonra Kabr’e giren kişiye Tanrı,
aklını ve şuurunu iade eder; bu sayede kişi mezardayken dahi Muhammed’i
övebilir! Bunu söyleyene ne dersiniz?”
Eğer akılcı düşüncenin insanıysanız, hiç kuşkusuz bunu söyleyeni alaya
alır ve muhtemelen onu gericilikle, yobazlıkla suçlarsınız. Fakat hemen
belirteyim ki, bunu yaptığınız taktirde Müslümanlık sınavından yine sıfır
almış olur, üstelik İslama inanmamakla damgalanırsınız. Çünkü yukarıdaki
sözleri söyleyen Muhammed’dir. Şöyle ki: Muhammed’e göre Muhammed adlı
kitabımda uzun uzadıya açıkladığım gibi Muhammed, övünmeyi ve başkaları
tarafından övülmeyi aşırı şekilde seven bir kimseydi. Her vesileyle kendisini,
bütün insanların ve gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin en yücesi ve Allah
katında en değerlisi olarak gösterirdi; örneğin;
‘Gözünüzü açın! Ben Allah’ın sevgilisiyim. Allah nezdinde gelmiş
ve gelecek bütün insanların en şereflisi, en yücesi benim!”
derdi. Ya da: “Ben Adem oğullarının seyyidiyim (efendisiyim)...”
derdi. Ya da kendisini bütün peygamberlerin en yücesi olarak göstermek
üzere: “Ben Resullerin (Tanrı elçilerinin) önderiyim. Ben Nebilerin
(Peygamberlerin) kemalini simgeleyen son nebiyim; Kıyamet günü ilk şefaat
edecek olan ve şefaati ilk kabul edilecek olan da benim!" derdi. Övünmekte
o kerte ileri giderdi ki, Tanrı’yı bile, melekleriyle birlikte salavat
getirirmiş gibi tanımlamaktan geri kalmaz, insanların da kendisine salavat
getirmesini isterdi. Örneğin Kur’an’a koyduğu ayetle Tanrı’nın şöyle konuştuğunu
söylemiştir:
“Şüphe yok ki Allah ve melekleri, salavat getirirler Peygamber
(Muhammed’e); Ey inananlar! Siz de salavat getirin, tam teslim olarak da
selam verin.” (Ahzab Suresi, ayet 56.) (11)
İnsanların kendisini yüceltmelerini, kendisine övgü yağdırmalarını ve
bu işi ömürleri boyunca yapmalarını Muhammed yeterli bulmazdı; isterdi
ki mezarda dahi bu övgülerine devam etsinler. Ebu Bekir’in kızı Ayşe’nin
ve kız kardeşi olan Esma binti Ebi Bekr’in bu konudaki rivayetleri, bunun
ilginç örneklerinden biridir.
Olay şu: Günlerden bir gün güneş tutulur ve halk korku ve telaşa kapılır.
Başta Muhammed olmak üzere herkes, Tanrı’ya sığınmak üzere namaza durur.
Namaza duranlar arasında Muhammed’in eşlerinden Ayşe de vardır. Ayşe’nin
kız kardeşi Esma, o sırada evde işiyle meşgul olduğu için halkın telaşını
fark edememiştir. Fakat evden çıkıp halkın namaza durmuş olduğunu görünce
Ayşe’nin yanına giderek: “Bu halka ne oluyor (Neden korkuyorlar)?” diye
sorar. Namaz kılmakta olan Ayşe kendisine güneş tutulduğunu anlatmak için
gök yüzüne doğru başıyla işarette bulunur ve “Sübhane’llah!” der. Esma
pek bir şey anlamaz ve tekrar sorar: “Bu bir ayet(-i azab veya tekarrüb-i
Kıyamet) mi?” (Bu bir azap işareti mi ya da Kıyamet’in yaklaşması mı?)
Ayşe başıyla “Evet” diye cevap verir. Bunun üzerine Esma da namaza durur.
Namazdan sonra Muhammed, halkı karşısına alıp: “Cennet ve Cehennem’e kadar (evvelce) bana gösterilmemiş hiçbir şey
kalmadı ki, bu makamda görmüş olmayayım” diyerek konuşmaya başlar. Konuşmasında
Tanrı’nın kendisine vahiy indirdiğini ve bu vahye göre insanların, ölümden
sonra kabre (mezara) girdiklerinde sınava çekileceklerini ve sınav sırasında
kendilerine: “Bu adam (yani Muhammed) hakkındaki ilmin nedir?” diye sorulacağını;
bu soruya Müslüman kişinin: ‘O (Zat-ı Şerif) Muhammed’dir. O (Zat-ı Şerif)
Allah’ın Resulüdür. Bize kanıtlanmış ayetlerle doğru yolu gösterdi. Biz
de onun çağrısına uyarak izinden yürüdük. O (Zat-ı Şerif) Muhammed’dir”
diyeceğini; bu sözlerin üç kez tekrar edileceğini ve ondan sonra o kimseye:
‘Öyle ise yat da rahatına bak. O (Zat-ı Şerif’in) peygamberliğine kesin
olarak inandığın hususunda şüphe kalmadı” denileceğini; fakat eğer o kişi
“münafık” ise (yani sadece dış görünüşüyle Müslüman olan, fakat iç yönüyle
Müslüman olmayan bir kimse ise), bu soruya karşı: “Ben ne bileyim? İşittim,
öteki beriki bir şeyler söylüyorlardı. Ben de söyledim” cevabını vereceğini
belirtir. (12)
Daha başka bir deyimle Muhammed, mezara girmiş ölü vücutların, kendisi
için: “Allah’ın Resulü bir Zat-ı Şerif’ diye konuştuklarını söylemeyi,
övünme vesilesi yapmıştır. Ne var ki, mezardaki ölünün bu şekilde konuşabilmesi
için akıl ve şuur sahibi olması gerekmekte. Bunu sağlamak, Tanrı’nın sevgili
elçisi Muhammed için, çok kolaydır. Nitekim Ömer b. Hattab, bir gün kendisine
kabir halinden ve kabir sorunlarından söz edip:
“(Mezardayken) Aklımız başımıza iade edilecek mi?” diye sorunca,
Muhammed şöyle yanıt verir:
“Evet, bugünkü hey’etinizde akıl ve şuurunuz iade olunacaktır...”(13)
Ama bunu söylerken ölülerin kabirde işitmez olduklarına dair Kur’an’a
koyduğu ayeti (Fatır Suresi, ayet 22) göz ardı etmiş olur.
Bütün bunlar böyleyken, yukarıdaki soruya “Hayır” diye yanıt verecek
olursanız, Müslümanlık sınavından sıfır almış olacaksınızdır.
Soru: “Tanrı’nın insanları, vahşet niteliğindeki cezalara çarptıracağına,
örneğin el ve ayakları çaprazlama doğratmak, gözleri oydurtmak ya da kafaları
kılıçla doğratmak ya da astırtmak vb. gibi uygulamalara mahkum kılacağına
inanır mısınız?”
İnsani duygularla dolu bir kişiyseniz, kuşkusuz ki böyle bir soruyu
şaşkınlıkla karşılayacak ve muhtemelen: “Hayır inanamam! Vahşet niteliğinde
sayılması gereken bu tür cezaların, Tanrı’dan geldiğini kabul edemem!”
diyeceksinizdir. Çünkü, her ne kadar suç işleyenleri cezalandırmanın doğal
olduğunu kabul ediyorsanız da, uygulanacak cezanın vahşet niteliğini taşımaması
ve ayrıca da suç ile ceza arasında denkleşme bulunması gerektiğini düşünmektesinizdir.
Çünkü “Rahim” (merhametli) olduğu söylenen bir Tanrı’nın, insanlara gaddarlık
örneği teşkil etmesini isteyememektesinizdir. Ne var ki, bu düşüncenizi
ortaya vurduğunuz taktirde Müslümanlık sınavında başarısız kalmış olacaksınızdır.
Çünkü Muhammed, bu tür cezaların Tanrı buyruğu olduğunu bildirmiş ve Kur’an’a
bu doğrultuda ayetler koymuştur. Bu ayetlerden biri, hırsızlıkla ilgili
olarak şöyle:
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık
bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak üzere, ellerini kesin. Allah izzet
ve merhamet sahibidir.” (Maide Suresi, ayet 38.)
Bu ayette geçen “hırsızlık” sözcüğü (ki “sirkat” sözcüğünün karşılığıdır),
başkasının malını gizlice, yani onun haberi olmadan alması anlamına geliyor.
Dikkat edileceği gibi ayette sadece “hırsızlık” denmiş fakat çalınan şeyin
miktarı, değeri ve hangi maksatla çalındığı hususu belirlenmemiştir. Her
ne kadar Kur’an yorumcularından bazıları, çalınan şeyin “az çok mergup
denebilecek bir nisaba baliğ olması” gerektiğini söylemekteyseler de, İbn-i
Abbas, İbn Zübeyr ve Haseni Basri gibi kaynaklar böyle bir kıstasa gerek
olmadığını ve çalınan şeyin az ya da çok oluşunun, el kesme cezasının uygulanmasında
etkili bulunmadığını bildirmişlerdir. (14). Fakat her ne olursa olsun,
hırsızlık yapanın ellerini , bileklerini kesmek gibi bir ceza insafdışı
ve vicdan sızlatıcı bir cezadır. Üstelik de ceza hukuku anlayışına aykırı,
suç ile ceza arasındaki dengeyi göz önünde tutmayan bir uygulamadır, ki
hırsızlık yapan kişiyi yeniden suç işlemeye zorlamaktan başka bir işe yaramaz.
Çünkü elleri kesilen bir insan, artık çalışamayacağı ve aç kalacağı
için, yeniden hırsızlık yapmaktan başka çare bulamayacaktır.
Yine Muhammed’in, Tanrı’dan gelmedir diye Kur’an’a koyduğu bir
ayet şöyle:
“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesad
çalışanların cezası ancak (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut
el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, Yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir.
Bu onların dünyada rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azab vardır.”
(Maide Suresi, ayet 34.)
Dikkat edileceği gibi burada, Tanrı’ya ve Muhammed’e karşı savaşanların
ve yeryüzünde fesat çıkaranların ne gibi cezalara çarptırılacakları bildiriliyor
ki, bunlar “acımadan öldürmek”, “asmak”, “el ve ayakları çaprazlama olarak
kesmek” ya da “bulundukları yerden sürülmek” gibi dört uygulamadan oluşuyor.
Her biri teker teker uygulanacağı gibi, birlikte de uygulanabilir. Örneğin
hem cinayet işleyen (yani “katli yapan”) ve hem de aynı zamanda mal çalan
kişilerin, biri sağdan, biri de soldan olmak üzere, birer elleriyle birer
ayakları kesilir ve sonra bunlar ölüme terk edilir. Bu ayetin Kur’an’a
girmesiyle ilgili olarak İslam kaynakları çeşitli sebepler öne sürerler.
İkrime ve Haseni Basri gibi kaynaklara göre yukarıdaki ayetler “müşrikler”
(puta tapanlar) hakkındadır. İbn-i Abbas gibi kaynaklara göre bu ayet,
Yahudi ya da Hıristiyan ( kendilerine Kitap verilmiş olan) kavimlerden
birinin Muhammed’le barış antlaşması yaptıktan sonra, antlaşma hükümlerine
aykırı olarak yol kesip yeryüzünde fesat çıkarmaları nedeniyle inmiştir!
Bir başka rivayete göre, Hilal İbn-i Uveymiri kavminin İslam aleyhtarı
davranışları nedeniyle inmiştir: Güya Beni Kinane kavminden bir kısım halk,
Müslüman olmak kastıyla gelirken Hilal’in kavmine uğramış ve bu kavmin
adamları yollarını kesmişler ve kendilerini de öldürmüşlerdir. Ve nihayet
bir başka rivayete göre de bu ayet, Muhammed'’n çobanını öldüren ve develerini
çalıp götüren kimseler vesilesiyle konmuştur, ki özeti şöyle: Hicret’in
6. Yılında Ukle ve Ureyne kabilelerinden bazı kimseler, Medine’ye gelerek
Muhammed’e sığınırlar. İslam dinine girdiklerini söylerler ve hasta ve
aç olduklarını belirterek yardım isterler. Muhammed kendilerini, develerinin
bulunduğu yere gönderir ve bakılıp iyileşmelerini sağlar. Bir süre sonra
bu kişiler iyileşirler ve iyileşir iyileşmez Müslümanlığı terk ederler
ve Muhammed’in çobanını öldürüp develerini götürürler. Haberi alınca Muhammed,
gazaba gelir ve hemen adamlarını gönderip bu kişileri yakalatır. Her birinin
ellerinin ve ayaklarının çarprazlama kesilmesini ve ayrıca da gözlerinin
oyulmasını emreder. Ve sonra onları bu haldeyken kızgın güneşin altında
ölüme terk eder. (15)
Bunu yaparken Muhammed, gerekçe olarak Kur’an’a koyduğu yukarıdaki ayeti
(yani Maide Suresi’nin 34.ayetini) kullanır. Ve işte bundan dolayıdır ki
Müslüman kişiler, bu ayeti ve Muhammed’in bu davranışını “hak” ve “adalet”
örneği olarak yüceltirler. Eğer siz, bunu kabul edebiliyorsanız, iyi bir
Müslüman olmakla övünebilirsiniz! Yok eğer aklınız ve vicdanınız, vahşet
niteliğindeki bu tür cezalara “Hayır” diyor ise, Müslümanlık sınavından
sınıfta kalmış olursunuz!
Soru: “Tanrı’nın, melekleriyle birlikte Muhammed’e salavat
getirdiğine (dua edip namaz kıldığına) inanır mısınız?”
“Salavat” sözcüğü, geniş içeriğiyle dua etmek, namaz kılmak, gibi
anlamlara gelir. Bir bakıma namaz yoluyla ibadet etmektir ki, Müslümanlar
bu yoldan, “esirgeyen” ve “merhamet eden” Tanrı’nın yardımını
sağlamaya çalışırlar. Bazı kaynaklara göre salavat, beş vakit namaz ile
diğer namazların tümünü kapsar. “Salavat”ta bulunan Müslüman kişi, bu işi
Tanrı’yı en kutsal şekilde yüceltmek ve Tanrı’ya eş ya da ortak koşmadığını
kanıtlamak ve alçakgönüllülüğünü ortaya vurmak için yapar. Kur’an,
bunun böyle olduğunu belirleyen ayetlerle doludur. Şimdi yukarıdaki soruyu,
muhtemelen şöyle yanıtlayacaksınızdır: “Hayır, Tanrı’nın melekleriyle birlikte
Muhammed’e salavat getirdiğine (dua edip namaz kıldığına) inanamam; çünkü
böyle bir şey Tanrı fikrini küçültmek, Muhamed’i Tanrı’nın üstünde görmek
olur.”
Ancak böyle demekle, Müslümanlık sınavından yine sıfır almış olacaksınızdır,
çünkü Kur’an’da şöyle demektedir:
“Şüphe yok ki, Allah ve melekleri, salavat getirirler Peygamber
(Muhammed’e); ey iman edenler siz de salavat getirin; tam teslim olarak
da selam verin.” (Ahzab Suresi, ayet 56.)
Bu nasıl olur diye soracak olursanız yanıtı kısaca şöyle: Her vesileyle
tekrarladığımız gibi, Tanrı’yı yüceltici ayetleri Kur’an’a koyan Muhammed’dir.
İstemiştir ki, Tanrı sınırsız şekilde yüceltilsin ve yüceltilirken, onun
“elçisi” olarak kendisi de yüceltilmiş olsun. Çünkü Muhammed, övünmesini
ve başkları tarafından övülmesini çok seven bir kimsedir. Örneğin, kendisini
Allah’ın “en sevgilisi”, “Müslümanların ilki”, “gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin
en üstünü”, “bütün insanların en yücesi, en şereflisi”, “Adem oğulllarının
Seyyidi” şeklinde göstermiş, kendisine baş eğenlerin Tanrı’ya baş eğmiş
sayılacaklarını, kendisine inanıp saygı gösteren ve salavat getirenlerin
tüm günahlardan sıyrılıp cennete ulaşacaklarını ve buna benzer daha nice
şeyler söylemiştir. Fakat bununla yetinmemiş, Tanrı’yı, yukarıda belirttiğimiz
gibi, melekleriyle birlikte kendisine salavat getirir şekilde tanımlamıştır. (16)
Görüyorsunuz ki, yukarıdaki soruyu: “Hayır, Tanrı’nın, melekleriyle
birlikte Muhammed’e salavat getirdiğine (dua edip namaz kıldığına) inanamam...”
dediğiniz taktirde Müslümanlık iddianız geçersiz kalacaktır.
Soru:”Tanrı’nın yanlış ya da çelişkili kararlar verdiğine ya da
insanlardan akıl alarak iş gördüğüne inanır mısın?”
Eğer bu soruya: “Hayır inanmam; çünkü Tanrı her şeyi bilendir, her şeyi
önceden hesap eden ve görendir; asla yanılmaz ve insanlardan akıl almaz”
şeklinde bir yanıt verecek olursanız, Müslümanlık sınavından yine sınıfta
kaldınız demektir. Çünkü, başta Kur’an olmak üzere İslam kaynaklarını incelediğimiz
zaman görmekteyiz ki, Muhammed’in Tanrısı, çoğu zaman birbirini tutmaz
ve çelişkili ya da yalan/yanlış kararlar vermesi yanında, insanlardan akıl
alarak da iş görmektedir. Bu konuya da çeşitli yayınlarımda değinmiş olmakla
beraber, yukarıdaki soru vesilesiyle burada kısa bir özetlemede bulunmak
yararlı olacaktır. Sadece birkaç örnek vermekle yetineceğim.
Muhammed’in Tanrısı’nın, herhangi bir konuda enine boyuna düşünmeden,
hesap etmeden ve kötü sonuçlar yaratacağını bilmeden kararlar verip, sonra
bu kararlarını kullarını uyarısı üzerinedeğiştirmiş olmasına verilecek
nice örneklerden biri, Kur’an’da, İsra Suresi’nde geçen “Miraç Olayı” ile
ilgilidir ki, “Muhammed’in gök gezisi” olarak da bilinir. İsra Suresi’nde
şöyle yazılı:
“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye
(Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir,
görendir.” ( İsra Suresi, ayet 1.)
“Miraç” sözcüğü, genellikle Kur’an’daki “göğe dayalı merdiven” deyimiyle
karşılanmakta (bkz. Zuhruf Suresi, ayet 33). Güya Muhammed, bir gece Mekke’deki
“Mescid-i Haram”dan kalkıp Kudüs’teki “Mescid-i Aksa”ya gitmiş ve sonra
“gök merdiveni” ile göklerin yedinci katına çıkmış ve Tanrı’yla buluşup
ondan birtakım buyruklar almıştır ki, bunların arasında namaz vakitleriyle
ilgili olanı vardır. “Gök gezisi” olarak da bilinen bu hikaye, 1400 yıl
boyunca Müslümanlar için kutsal bir anlam taşımıştır; özeti şöyle:
Bir gün Tanrı, Muhammed’i yanına çağırıp ayetlerinden bir kısmını göstermek
ister! Bunun üzerine Muhammed, Burak adındaki atına binerek Mekke’deki
Ka’be’den hareketle Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya gider ve oradan Cebrail’le
birlikte gök katlarını çıkmaya başlar. Yedi kattan oluşan gök katlarından
her birinde, eski dönem “peygamberlerinden” biri oturmaktadır (örneğin
İbrahim, Musa, İsa vb. gibi). Muhammed’in söylemesine göre bütün bu peygamberler,
Tanrı tarafından Müslümanlıkla emrolunmuşlardır. Her kattan geçerken onlarla
selamlaşır ve nihayet Tanrı’nın bulunduğu kata gelir. Tanrı kendisine,
günde elli vakit namaz kılınması için buyrukta bulunur. Nasıl bir gerekçeye
dayalı olarak günde elli vakit namazı uygun bulmuştur, bilemiyoruz. Yalnız
bildiğimiz şu ki, günde elli vakit namaz kılınmasını içeren emir, uygulanması
mümkün olmayan bir emirdir. Çünkü eğer insanlar, günde elli vakit namaz
kılmaya kalkışacak olurlarsa, ne çalışmaya, ne uyumaya, ne yemek yemeye,
ne eğlenmeye ve ne de çiftleşip nesil üretmeye vakit bulabileceklerdir.
Bunun böyle olduğunu en basit bir hesapla ortaya vurmak kolay: örneğin
her bir namaz (hazırlık, abdest almak vs. dahil), en azından 20 dakika
tutmuş olsa, günün aşağı yukarı 17 saatini bu işe ayırmamız gerekecektir.
Geriye 7 saatlik bir boş zaman kalıyor ki, uyku uyumaya bile yetmez. Şimdi
sormak gerekiyor: “Nasıl olur da Tanrı bunu hesap edemez?” Ne var ki, sadece
Tanrı değil, Muhammed de elli vakit namaz emrinin, uygulanması imkansız
bir emir olduğunu düşünmez. Emri alır almaz, büyük bir sevinç izhar eder
ve Tanrı’nın bu sözlerini kendi kavmine müjdelemek üzere hemen gök
katlarını inmeye başlar. Her bir katta rastladığı peygamberlerle selamlaşır,
Tanrı’yla görüşmüş olduğunu anlatır. Fakat Musa’nın bulunduğu kata geldiği
zaman, Musa kendisine Tanrı’dan ne emirler aldığını sorar. Elli vakit namaz
emri verildiğini öğrenince Muhammed’e şöyle der: “Senin kavmin günde elli
vakit namaz kılamaz. Geri dön ve Tanrı’dan bu emri değiştirmesini, namaz
vakitlerinin sayısını azaltmasını iste.” Musa’nın bu şekilde konuşması
üzerine Muhammed, hiç tereddüt etmeden gök katlarını tırmanarak Tanrı’nın
yanına döner ve namaz vakitlerinden indirme yapmasını ister. Tanrı onun
bu isteğini kabul ederek 10 vakit namaz indiriminde bulunur ve Müslümanlara
günde 40 vakit namaz kılınmasını emrettiğini bildirir. Aslında 40 vakit
namaz da az sayılmaz; ama her ne hikmetse Tanrı böyle karar vermiştir.
Tanrı’nın bu kararını Muhammed, yine sevinçle karşılar ve gök katlarını
inmeye başlar. Ne var ki Musa’nın katına geldiğinde, Musa kendisine günde
40 vakit namazın da çok olduğunu ve tekrar Tanrı katına dönüp indirim sağlamasını
söyler. Musa'’ın dediğine uyarak Muhammed, tekrar katları çıkıp Tanrı'’ın
yanına gelir ve O'’dan indirim yapmasını diler. Tanrı 10 namaz daha indirimde
bulunarak günde 30 vakit namaz kılınmasını emreder. Muhammed bunu uygun
bulur ve gök katlarını inerek Musa’nın yanına gelir. Fakat Musa bunun da
çok olduğunu söyler ve geri dönüp Tanrı’dan indirim istemesini tavsiye
eder. Muhammed, yine Tanrı katına dönerek indirim ister. Ve işte
bu şekilde, Tanrı’yla Musa arasında mekik dokuya dokuya (Musa’dan aldığı
tavsiyeye uyarak) Muhammed, nihayet Tanrı’dan namaz sayısının günde beş
vakit olması gerektiğine dair karar alır. Ancak Musa bunun dahi çok olduğunu
söyleyince Muhammed: “Hayır artık Tanrı2nın yanına çıkıp daha fazla indirim
istemeye yüzüm tutmaz” der ve doğruca kavminin yanına gelerek emri bildirir. (17)
İslam kaynaklarının Muhammed lehine iftiharla kaydettikleri bu olaydan
anlaşılıyor ki Tanrı, namaz vakitlerinin saptanması konusunda çok isabetsiz
bir karar vermiştir ve Muhammed bu kararın isabetsizliğinin farkına varmamıştır.
İsabetsizliğinin farkına varan sadece Musa’dır. Daha başka bir deyimle
Musa, Tanrı’dan da, Muhammed'den de daha isabetli düşünmüştür. Ve Tanrı,
Musa’nın aklına uyarak iş görmüştür. Burada söz konusu OLAN Tanrı, Muhammed’in
kendi hayalinde canlandırdığı bir Tanrı’dır.
Ve işte eğer siz, böyle bir Tanrı tanımına inanıyorsanız, Müslümanlık
sınavını geçmiş sayılırsınız. Ama kalkıp: “Hayır, Tanrı böylesine isabetsiz
karar vermiş olamaz; hele insanlardan akıl alarak iş görmesi söz
konusu olamaz; zira Tanrı’yı ve Muhammed’i bu durumda kılmak, her ikisini
de Musa’ya nazaran daha az akıllı saymak olur” şeklinde bir şeyler derseniz,
bu taktirde Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız.
Kur’an’ı incelerken görüyoruz ki, o her şeyi bildiğini söyleyen ve kendisini
“alim” olarak tanıtan Tanrı, bilinmesi gereken çoğu şeyden habersizdir.
Bunun nice örneklerinden biri Muhammed’in okuryazar olup olmamasıyla ilgili.
Gerçekten de Kur’an’da Tanrı’nın Muhammed’e şöyle hitap ettiği yazılı:
“(Ey Muhammed!) Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir alaktan
yarattı. Oku...” ( Alak Suresi, ayet 1.)
Yani Tanrı, Cebrail aracılığıyla Muhammed’e vahiy gönderirken, onun
okuma bildiğini düşünerek: “Oku” diye emreder. Fakat Muhammed: “Ben okuma
bilmem” diye karşılık verir. Buna rağmen Tanrı emrinde ısrar eder ve:
“Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük
keremdir” (Alak Suresi, ayet 3-5)
der. Muhammed, yine aynı şeyi söyler ve okuma bilmediğini tekrarlar.
Tanrı yine ısrar eder ve bu üçüncü kez Muhammed’den: “Ben okuma bilmem”
şeklinde karşılık alınca, ısrarından vazgeçer. Anlar ki Muhammed, gerçekten
okumasızdır. Bunun üzerine Tanrı, okuma işini üstlendiğini ve bu işi Cebrail
aracılığıyla yapacağını anlatarak şöyle der:
“(Ey Muhammed!) Doğrusu o vahyolunanı senin kalbine yerleştirmek
ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail’e okuttuğumuz zaman,
onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak bize düşer.” (Kıyamet Suresi,
ayet 17-19.)
Ve bu söylediğini pekiştirmek için şunu ekler:
“Ey Muhammed! Cebrail Kur’an’ı okurken, unutmam2daak için acele
edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle...” (Kıyamet Suresi, ayet
16.)
Ve sonra Tanrı, Muhammed’in okuma-yazma bilmediğini herkese bildirmek
üzere şöyle konuşur:
“...bunu okuyup-yazması olmayan Peygamber Muhammed’e uyanlara
yazacağız...” (A’raf Suresi, ayet 156-157.)
Ayrıca da da Muhammed’e hitaben şöyle der:
“Ey Muhammed...Sen daha önce bir kitapdan okumuş ve elinle de
onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi...”
(Ankebut Suresi, ayet 49.)
Görülüyor ki Tanrı, Muhammed’in okuma bildiğini sanarak ona vahiylerini
gönderiyor ve “Oku” diye emrediyor; fakat okuma bilmediğini anlayınca okuma
işini kendisi üstleniyor! Pek güzel ama, nerede kaldı Tanrı’nın “alimliği”,
nerede kaldı Tanrı’nın her gizli ve bilinmeyen şeyleri bilirliği?
Bu yukarıdaki örnek, Kur’an surelerinin, İslamcıların belirledikleri
iniş sırasına göre açıklanmıştır. Eğer konuyu, surelerin Kur’an’daki sırasına
göre ele alacak olursak, bu kez Tanrı’yı güç durumda bırakan bir başka
sonuçla karşılaşmış oluruz ki, o da şöyle: Muhammed’in okuma bilmediğini
belirleyen ayetler, Kur’an’daki surelerin sırasına göre şu düzeyde: A’raf
Suresi (7.sure), Ankebut Suresi (29. sure), Kıyamet Suresi (75. Sure),
Alak Suresi (96. Sure). Kur’an’ın 7.suresi olan A’raf Suresi’nde Tanrı,
Muhammed’in “ümmi” (yani okumasız) olduğunu bildirmekte:
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o... ümmi peygambere
(Muhammed’e) uyanlar var ya...”(A’raf Suresi, ayet 157.)
“(Ey Muhammed!) de ki:...’Öyle ise Allah’a ve ümmi peygamber olan
Resulüne (Muhammed’e)...iman edin’...”(A’raf Suresi, ayet 158.)
Görüldüğü gibi, Tanrı burada Muhammed’i okumasız bir kimse olarak tanıtmakta.
Ayrıca da, onu okumasız bıraktığını anlatmak maksadıyla 29.sure olan Ankebut
Suresi’nde, şöyle konuşmakta:
“(Ey Muhammed!) Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle
onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı...”(Ankebut
Suresi, ayet 48.)
Yani Tanrı Muhammed’i okumasız bırakmıştır, çünkü okuma/yazma bilir
kılmış olsa, çevresindekiler yanlış kanıya kapılıp onun başka kitaplardan
(örneğin Tevrat’dan, İncil’den) çalma yaparak Kur’an’ı hazırladığını sanabilirlermiş!
Fakat Tanrı bunu söylemekle kalmaz bir de, 75.sure olan Kıyamet Suresi’nde,
ayetleri kendi ağzıyla Muhammed’e okuduğunu bildirmek üzere şöyle der:
“(Ey Muhammed!)...Şüphesiz (Kur’an’ı senin kalbine yerleştirmek)
vr onu okumak bize aittir...”(Kıyamet Suresi, ayet 16-17.)
Görülüyor ki Tanrı, Kur’an’ın yukarıda belirttiğimiz 7., 29. Ve 75.
Surelerinde Muhammed’i okumasızmış gibi tanımlamakta. Böylece onun, başka
kitapları okuyup bu kitaplara göre konuşmadığını anlatmaya çalışmakta.
Ne var ki, Muhammed’in okumasız olduğunu söyleyen bu aynı Tanrı, bu söylediklerini
unutmuşçasına, Kur’an’ın 96. Suresi olan Alak Suresi’nde, Muhammed’e “Oku”
diye emreder:
“(Ey Muhammed!) Taratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir alaktan
yarattı. Oku...” (Alak Suresi,
ayet 1.)
Evet ama, hani ya Muhammed okuma bilmezdi? Okuma bilmeyen bir kimseye
“Oku” diye emredilir mi? Görülüyor ki, hangi açıdan bakarsak bakalım (yani
konuyla ilgili ayetleri ister surelerin iniş sırasına göre, ister Kur’an’daki
sırayı göz önünde tutarak okuyalım) Tanrı, Muhammed’in okuma bilir ya da
bilmez oluşu konusunda, ya habersizdir ya da kurnazlık peşindedir. (18)
İslam kaynaklarının bildirmesine göre Tanrı birçok hususta, insanlardan
akıl alarak iş görmüştür ki, bu kişilerin başında Ömer b. Hattab gelmekte.
Güya birçok ayeti onun isteğine uyarak indirmiştir. Ömer’in bizzat kendi
söylemesine göre Tanrı, özellikle üç konuda isteklerini ayet şekline dönüştürmüştür.
Bunlardan biri, Ka’be’deki Makam-ı İbrahim denen yerin namazgah ve dua
yeri olarak kabul edilmesidir. Bir diğeri kadınların örtünmesi konusundadır.
Üçüncüsü de Muhammed’in karılarının kıskançlık göstermeleriyle ilgilidir.
Bunları kısaca özetleyelim:
Bakara Suresi’nin 125. ayetinde, Ka’be’deki İbrahim makamı ile ilgili
şu var:
“Biz Beyt’i (Ka’be’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir
yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz
kılın)...” (Bakara Suresi, ayet 125.)
GüyaÖmer b. Hattab, ikide bir Muhammed’e gelip, Ka’be’deki Makam-ı İbrahim
denen yerin ibadet yeri olması isteğinde bulunurmuş ve onun bu isteğini
duyan Allah, bu isteğe uyarak Kur’an’ın Bakara Suresinin yukarıdaki 125.ayetini
indirmiş imiş!
Kur’an’ın Ahzab Suresi’nde, kadınların örtünmesiyle ilgili olarak şöyle
bir ayet var ki, “Hicab ayeti” diye de bilinir:
“Ey Muhammed! Hanımlarına, kızlarına ve müminleri kadınlarına
(bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını
söyle. Onların tanınmaması ve incilmemesi için en elverişli olan budur...”(Ahzab
Suresi, ayet 33, 59.)
İnsan kaynaklarının bildirmesine göre Tanrı bu ayeti Ömer b. Hattab’ın
uyarısı ve isteği üzerine indirmiştir. Güya Ömer,son derece kıskanç olduğu
için, kadınların tanınmayacak şekilde örtünmeksizin evden çıkmalarını istemezmiş.
Bu nedenle bir gün Muhammed’e: “Ya Resullullah, emretsen de (eşlerin) hicab
içine girseler. Çünkü senin yanına iyi-kötü insanlar girip çıkıyor” şeklinde
bir şeyler söylemiş. Bunu duyan Tanrı, hemen yukarıdaki Hicab ayetini indirivermiş.
Söylendiğine göre Hicab ayeti, Hicret’in 5. yılında inmiştir ki (kimine
göre 3. ya da 4. yılında), Muhammed’in “Peygamber” olarak kendini tanıtmaya
başlamasından 15 yıl sonraya isabet etmekte. Yani Tanrı, 15 yıl boyunca
kadınların örtünerek sokağa çıkmaları konusunda hiçbir şey düşünemiyor
ve bu işi Ömer’in hatırlatması üzerine yapıyor! (19)
Kur’an’ın Tahrim Suresi’nde, Muhammed’e karşı kıskançlık göstermek üzere
anlaşan eşlerin Tanrı tarafından uyarılmasıyla ilgili şöyle bir ayet var:
“Eğer O (Muhammed) sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi...
sebatla itaat eden, tevbe eden...dul ve bakire eşler verebilir.” (K. 66,
Tahrim Suresi, ayet 5.)
Kaynakların bildirmesine göre, bu ayeti de, Ömer b. Hattab’ın uyarısı
üzerine düşünmüş ve indirmiştir. Olay şu:
Muhammed, her sabah namazını kıldırdıktan sonra, sırayla eşlerinin
odalarına gider, onlarla cinsi münasebette bulunurmuş. Günlerden bir gün
Hafsa’nın
(ki Ömer b. Hattab’ın kızıdır) yanına geldiğinde, Hafsa ona bal şerbeti
içirmiş, bu yüzden Muhammed onun odasında biraz fazlaca kalmaya başlamış.
Bu iş birkaç gün böyle devam edince Ayşe kıskançlığa kapılıp işkillenir
ve Hadıra adındaki cariyesine: “Resullullah Hafsa’nın odasına girdiği vakit
sen de gir. Bak ne yapıyor? Bana haber ver?” der. Cariye Hadıra, ertesi
gün olan bitenleri görüp Ayşe’ye haber verir; bunun üzerine Ayşe, Muhammed’in
diğer eşleriyle birlikte Muhammed’e bir oyun oynamak ister. Ve onlara şöyle
der: “Resullullah yanınıza geldiği zaman kendisine: ‘Sende magafir kokusu
duyuyorum’ deyiniz.’ der.”
“Magafir” denen şey, Urfut denilen Arabistan meşelerinin bal gibi tatlı
fakat kokusu hoş olmayan bir cins zamk (samg) imiş. Muhammed ise, üzerinde
fena bir koku bulunmasından hoşlanmazmış. Ve işte, eşlerinin yanına girdiğinde
, onların: “Sende magafir kokusu duyuyorum” demelerinden rahatsız olmuş.
Ve hele Ayşe’nin odasında vee onunla cinsi münasebette bulunurken ondan:
“Ya Resulullah, senden magafir kokusu duyuyorum. Yoksa yedin mi?” sözlerini
duyunca:
“Hayır, Hafsa bana bal şerbeti içirdi” diyerek cevap verir. Ayşe bunu
duyunca:
“Demek, o balın arıları Urfut otlamış” diye karşılık verir. Muhammed
de ona, artık bir daha bal şerbeti içmeyeceğine dair yemin eder: “Vallahi
bir daha ağzıma koymam” der. Ne var ki Tanrı buna razı olmaz. Yani Muhammed’in,
sırf Ayşe’yi ve diğer eşlerini hoşnut etmek için bal şerbeti içmekten vazgeçmesini
istemez ve hemen şu ayeti indirir:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helal
kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun...”(K. 66, Tahrim Suresi, ayet
1.)
Fakat bu arada Ömer b. Hattab, olan bitenleri öğrenince fena halde öfkelenir
ve Muhammed’in eşlerine, yapıkları işin kötü bir şey olduğunu hatırlatır
ve şöyle der: “Ne bilirsiniz? Eğer (o) sizi tatlik edecek (boşayacak) olursa,
Rabbi belki size bedel ona daha hayırlı ezvaç (eşler) verir.”
Anlaşılan o ki, Tanrı bütün bu olan bitenleri izlemiş ve Ömer’in söylediklerini
çok uygun ve yerinde bulmuştur. Nitekim, Ömer’in söylediklerini hemen vahiy
şekline dönüştürür ve Tahrim Suresi’nin 5. Ayetini indirir ki, biraz önce
belirttiğimiz gibi şöyledir:
“Eğer O (Muhammed) sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi...
sebatla itaat eden, tevbe eden...dul ve bakire eşler verebilir.” (K. 66,
Tahrim Suresi, ayet 5.) (20)
Yine İslam kaynaklarından öğrenmekteyiz ki Tanrı, sadece yukarıdaki
hususlarda değil, daha birçok konudan Ömer b. Hattab’ın fikrinden yararlanmış
olarak iş görmüştür. Örneğin Tirmizi gibi kaynaklar, Kur’an’daki pek çok
ayetin Ömer’in uyarısına uygun olarak indiğini söylerler ve İbn-i Ömer’in
şu sözlerini anımsatırlar:
“Hiçbir mes’ele tehaddüs etmemiştir ki, nas bir türlü, Ömer de
bir türlü re’yde bulunmuş olsunlar da Kur’an, Ömer’in dediğine uygun olarak
nazil olmuş olmasın.” (21)
Bu sözlerin Türkçesi şöyle: “Halk ile Ömer’in görüş ayrılığına düştükleri
hiçbir sorun yoktur ki Kur’an’a, Ömer’in görüşüne ve dediğine uygun ayetler
şeklinde girmemiş olsun.”
Fakat hemen ekleyelim ki Muhammed’in Tanrısı, sadece Ömer’in isteklerine
ve aklına uyarak değil, başkalarından da esinlenerek iş görmüştür. Yer
darlığı nedeniyle bunları burada değil, Muhammed’in Tanrı Anlayışı adlı
kitabımda ele alacağım. Fakat burada kısaca belirtmek isterim ki, Tanrı
sözleri olarak tanıtılan kitap, bütün bunlardan başka, önemli sayılması
gereken birçok yanlışı da içermektedir. Örneğin İsa’nın anası Meryem ile,
Musa ve Harun’un kızkardeşleri olan Meryem birbirleriyle karıştırılmış
ve sanki aynı kişiymiş gibi tanıtılmıştır; oysa bu iki Meryem’in 1700 yıl
arayla yaşadıkları kabul edilir. Yine bunun gibi Acem hükümdarlarından
Ahaşveroş’un veziri olan Haman, Mısır Firavunlarından birinin veziri olarak
tanıtılmıştır. Öte yandan Ay, Güneş’in uydusu ve dolayısıyla Güneş’e nazaran
ikinci derecede bir değeri olduğu halde, Kur’an’da “münir” (nurlandırıcı)
yani güneşe üstün gösterilmiştir. (22)
Kaynakça:
1 Bu konuda daha geniş açıklama için benim Kur’an’ın
Eleştirisi adlı kitabıma bkz.
2 Bu konuda bkz. Elmalılı H. Yazır, Halk Dini,
Kur’an Dili, Bedir Yayınevi, İstanbul 1993, c.6,
s.4518-9.
3 Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı..., Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, c.II,s.843.
4 Sahih-i Buhari Muhtasarı..., Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
c.2,s.825-6; ayrıca bkz. Kaf Suresi, ayet 30.
5 Sahih-i Buhari Muhtasarı...,Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
c.2, s.843.
6 Kıyamet günü Sırat’tan geçiş için bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı...,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c.2, s.820-830.
7 Bkz. İmam Gazali, Kimya-yı Saadet, Bedir Yayınevi, İstanbul 1979,
s.107.
8 Buhari’nin Ebu Hüreyre’den rivayeti için bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı...,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c.2, s.476, Hadis No:321.
9 Sahih-i Buhari Muhtasarı...,Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
c.2, s.477-478.
10 Cennet tanımıyla ilgili Kur’an ve hadis hükümleri için benim
Şeriat ve Kadın ve Kur’an’ın Eleştirisi adlı kitaplarıma bkz. Ayrıca bkz:
Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, c.4, s.69 vd.; İmam Nevevi, age .,
c.3,s.464 vd.
11 Bu konuda verilecek diğer örnekler için benim Muhammed’e göre
Muhammed adlı kitabıma bkz.
12 Sahih-i Buhari Muhtasarı ..., Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
c.1, s.76, 88-89.
13 Sahih-i Buhari Muhtasarı...,Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
c.4, s.504.
14 Bu konuda bkz. Elmalılı H. Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili,
Bedir Yayınevi, İstanbul 1993, c.2, s.1672.
15 Bu konuda benim Muhammed’e göre Muhammed ve Kur’an’ın Eleştirisi
3 adlı kitaplarıma bkz. Ayrıca Elmalılı H. Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili,
c.2,s.1661 vd.
16 Bu konuda daha geniş bilgi için benim Muhammed’ göre Muhammed
adlı kitabıma bkz.
17 Bu Miraç Olayı için bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı..., Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, c.10, s.65-72.
18 Bu konuda daha geniş açıklama için Kur’an’ın Eleştirisi 2 ve
Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları: Din Adamları adlı kitaplarıma bkz.
19 Bu hususlar için bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı...,Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, c.2, s.346 vd.; Hadis No:261; ayrıca bkz. c.11, s.48,
398.
20 Bütün bu hususlar için benim Şeriat ve Kadın, Kur’an’ın Eleştirisi
adlı kitaplarıma bkz. Ayrıca bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı...,Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, c.2, s.346 vd.,Hadis No:261.
21 Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı..., Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
c.2, s.349.
22 Bunlara benzer diğer yanlışlar konusunda benim Kur’an’ın Eleştirisi
3 adlı kitabıma bkz.
Kaynak: İlhan Arsel, Müslümanlık Sınavı, Kaynak Yayınları
0 Yorumlar
Küfürlü, aşağılayıcı, hakaret içeren, içinde fikir barındırmayan ve yazı içeriğiyle ilgili olmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Emoji