Kuran'ın Tanrı Sözleri Olduğu İddialarının Eleştirisi - 2

II) Esas İtibariyle Arap Zihniyetine, Arabın Geleneklerine Dayalı ve Araplar İçin Hazırlanmış Bir Kitap Olarak Kur’an

Yukarda kısaca değindiğimiz gibi, Muhammed’in söylemesine göre, Tanrı, her kavme, o kavimden seçtiği peygamberler göndermiş ve kendi dilinden kitaplar vermiştir. Çünkü, istemiştir ki, her kavim Tanrı buyruklarını kendi dilinden okuyarak, kavrayarak öğrensin (İbrahim Suresi, ayet 4)
Bundan dolayıdır ki, Araplara, Arap kavminden Muhammed’i ve Arapların anlayabilecekleri dilde olmak üzere Arapça bir kitap göndermiş ve örneğin, “…Biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’an kıldık” (Zuhruf Suresi, ayet 2-3)
ya da
“Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Yusuf Suresi, ayet 2)

diye konuşmuştur. Bu söylediklerini pekiştirmek .amacıyla,

“(Bu), bilen bir kavim için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır” (Fussilet Suresi, ayet 3)
ya da
“…böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik…” (Rad Suresi, ayet 37) 
diyerek ya da
“…Biz onu böyleceArapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda ikazları tekrarladık. Umulur ki onlar (bu sayede günahtan) korunurlar; yahut da o (Kur’an) kendileri için bir ibret ortaya koyar” (TaHa Suresi, ayet 113)
ya da
“Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur’an indirdik” (Zümer Suresi, ayet 28)
diye ekleyerek, Kur’an’ı, Arapların anlayabilmeleri için Arapça bir kitap olarak indirdiğini bildirmiş, bu kitabı Mekke ve çevresinde oturanlar için gönderdiğini eklemiştir.(Şûra Suresi, ayet 7).

Yani anlatmak istemiştir ki, Araplar, “…’Bizden önce iki taifeye (Yahudilere ve Hıristiyanlara) kitap gönderildi. Biz onların okuduklarından bir şey anlamıyorduk’” ya da “ Bize kitap gönderilseydi, onlardan daha fazla hidayete ererdik” şeklinde konuşup bahane uyduramasınlar. Bu düşüncesini pekiştirmek amacıyla “…işte size Rabbiniz tarafından apaçık delil, hidayet ve rahmet verdik. Artık Allah’ın ayetlerini yalan sayandan, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir?..” (Enam Suresi, ayet 156-157) diye konuşmuştur (bu konuda ayrıca bkz. Maide Suresi, ayet 19; Meryem Suresi, ayet 97; Sad Suresi, ayet 6).

Dikkat edileceği gibi Tanrı Araplara hitaben konuşmaktadır; muhatabı Araplardır. Muhammed aracılığıyla onlara, “hidayet” olmak üzere, İslam dinini sağladığını anlatmaktadır.

Ancak, Araplardan pek çoğu, Müslümanlığı kabul ederken, Muhammed’in gözüne girmek yoluyla birtakım çıkarlar elde etme kurnazlığına yönelirler; örneğin, ganimetten pay almak amacıyla, ikide bir “Müslüman olduk” diye başa kakarlar ve Muhammed’i minnet altında bırakacaklarını sanırlar. Her ne kadar taraftarlarının sayısının arttığını görmek Muhammed’i hoşnut kılar idiyse de, onların bu şekilde başa kakmalarından hoşlanmazdı. Daha doğrusu, onlara karşı minnet altında kalmış görünmeyi kendisi için sakıncalı bulurdu. Bu nedenle Hucurat Suresi’ne koyduğu ayetler Tanrı’nın şöyle konuştuğunu anlatır: “(Ey Muhammed!) İslama girdiklerini senin başına kakıyorlar; de ki: ‘İşleminizi benim başıma kakmayın, belki sizi imana hidayet buyurduğundan dolayı Allah sizin başınıza kakar, eğer sadıksanız…” (Hucurat Suresi, ayet 17).

Yorumcuların açıkça bildirdiklerine göre, bu ayet, Arapları azarlamak amacıyla konmuş bulunmaktadır. Örneğin, Elmalılı Hamdi Yazır şöyle demektedir: “Bu ayet o Arabileri tevbihtir (azarlamadır)” (bkz. Elmalılı Tefsiri, c.6, s.4485). Muhammed, yukarıdaki ayeti koymakla, onlara, “Sizi Müslüman yapan Tanrı’dır; bu nedenle İslamınızı bana minnet saymayın, benim başıma kakmayın. Eğer ‘Müslüman olduk’ diye başa kakarsanız Allah size minnetinin ağırlığını yükletir” demek istemiştir. Daha başka bir deyimle Tanrı’yı, onları bu şekilde azarlamış gibi konuşur kılmıştır.

***

Tanrı’nın, Muhammed aracılığıyla Araplara hitap eder şekilde konuşur olduğunu gösteren bu tür ayetlerden anlaşılan şudur ki, Tanrı, daha önceleri Yahudilere ve Hıristiyanlara kendi içlerinden peygamberler seçip göndermiş, kendi anlayacakları dillerde kitaplar indirmiş ve örneğin Yahudilere, Musa aracılığıyla Tevrat’ı, Hıristiyanlara da İsa aracılığıyla İncil’i vermek yoluyla onları doğru yola sokmak istemiştir. Yine Kur’an’ın söylemesine göre, gerek Tevrat, gerekse İncil, Tanrı’nın nezdinde bulunan Levh-i Mahfuz’da mevcut olan hükümleri kapsamaktadır ki, bunlar hep İslami esaslardan ibarettir. Fakat, her ne hikmetse, Tanrı, Yahudilere ve Hıristiyanlara bu İslami esasları gönderirken ve onları kitap sahibi yaparken, Araplar için böyle bir şey yapmamıştır. İşte şimdi Arapları da doğru yola sokmak amacıyla, içlerinden Muhammed’i seçmiş ve ona, Arapların anlayabilecekleri dilde olmak üzere Kuranı indirmiştir. Hem de yedi lehçe üzerine indirmiştir ki, farklı lehçede konuşan Arapların tümü anlasınlar diye! Bundan dolayıdır ki, artık Araplar bakımından, “Bize kitap verilmedi, bu yüzden doğru yola girmedik” demek söz konusu olamayacaktır (Fussilet Suresi, ayet 44).

Olamayacağı için de, Muhammed’e boyun eğmekten ve Kur’an’a uymaktan kaçınmalarını sağlayabilecek bir mazeret yolu arayamayacaklardır. Eğer cehennemlik olmak istemiyorlar ve cennete girmeyi düşünüyorlarsa, Muhammed’e ve Kur’an’a itaat edeceklerdir. Kur’an’ın esas itibariyle Araplara özgü bir kitap olduğuna dair diğer kitaplarımızda(6) yeterince bilgi verildiği için, burada fazla durmaya gerek yoktur. Fakat, şu konuyu tekrar belirtmekte yarar vardır ki, Muhammed’in Tanrı’dan geldiğini söylediği yukarıdaki hükümlerin ortaya koyduğu sonuç, Kur’an’ın bütün insanlara değil, sadece Araplara gönderildiği doğrultusundadır. Bunun böyle olduğunu İslamcılar da, çoğu zaman farkına varmadan ortaya koyarlar. Örneğin, Diyanet Vakfı, Kur’an’daki İbrahim Suresi’nin, “(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik…” (İbrahim Suresi, ayet 4) şeklindeki ayetiyle ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır:

“Her peygamberin ancak kendi kavminin diliyle gönderilmiş olması, bütün insanlardan tek bir dille, örneğin Arapçayla anlaşmalarının, yalvarıp niyazda bulunmalarının istenmediğini gösterir… “(7)

Bu gerekçeye göre, Tanrı’nın, Araplara yaptığı gibi, diğer kavimlere de onların anlayabilecekleri dilde kitap göndermesi gerekirdi; örneğin. Türklere Türkçe, Acemlere Acemce vd… olarak hitap etmesi beklenirdi; böyle yapmadığına göre, Kur’an’ın Araplara özgü bir kitap olduğu ve Araplardan başka milletleri (yani kendilerine kitap verilmemiş olanları) bağlamaması gerektiği kuşkusuzdur!

Zira, mademki Tanrı her kavme, o kavmin kendi diliyle kitap göndermeyi uygun bulmuştur ve mademki Arapların kendisine, “(Ey Tanrı). Araba yabancı dilden (kitap) olur mu ?..” (Fussilet Suresi, ayet 44) ya da “.. .Bizden evvel Yahudilere ve Hıristiyanlara kitap gönderdin, fakat biz onların okuduklarından bir şey altlamıyorduk veya “Bize kitap gönderilseydi, onlardan daha fazla hidayete ererdik” diyememeleri için onlara kendi anlayacakları dilde, yani Arapça olarak kitap vermiştir, o halde Araptan başka milletlerin (örneğin, Türklerin, Acemlerin vd…) “Biz Arapça.bilmeyiz; Tanrı bize kendi dilimizden kitap vermedi; vermediğine göre bizi bilmediğimiz, anlamadığımız dilde yazılmış bir kitapla sorumlu kılamaz. Bu itibarla Arapça Kur’an bizi bağlamaz” şeklinde konuşmaları kadar doğal ne olabilir ki!

Öte yandan Kur’an’da yer alan ayetler, Arap zihniyetine, Arap geleneklerine, Arab’ın gereksinimlerine ve Arap karakterine göre ayarlanmış gibidir. Hani sanki Tanrı, sadece Arap yaşantılarını, Arab’ın düşünce tarzını göz önünde tutarak iş görmüş ve bu doğrultuda indirdiği hükümlerle sadece Arap sorunlarına çözüm bulmak istemiştir. Nice örnekten bir ikisiyle yetindim: Kur’an’da, Bakara Suresi’nde şöyle yazılıdır: “Kadınlarına yaklaşmaya yemin edenler, dört ay beklerler. Eğer bu (süre içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir. Eğer süresi içinde dönmeyip kadınlarını boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar)…” (Bakara Suresi, ayet 226-227).

Bu ayetlerin konmasına neden şudur: eskiden (yani “cahiliyede”) Araplar, karılarına kızdıkları zaman onlarla cinsi münasebette bulunmamaya ant içerler ve bunu yapmakla karılarına eziyet ederlermiş. Ve işte, ayet bu haksızlığı gidermek için konmuş oluyor. Aslında ayetin haksızlığı gideren ya da kadını koruyan bir yönü yok; zira, erkeği dilediği gibi, yani keyfi şekilde karısını boşama olasılığından yoksun kılınış değil. Aksine, haksız olduğu kabul edilen, bir geleneği, farklı bir şekil altında sürdürmektedir. Fakat, her ne olursa olsun, ayet, Arap gelenekleriyle ilgilidir.

Yine bunun gibi, İslam’dan önceki dönemde Araplar, kadınlara, çocuklara ve yetimlere mirastan pay vermezlermiş. Ve işte Arapların bu kusurunu gidermek amacıyla Tanrı, Kur’an’ın Fecr Suresi’ne şu ayeti koymuş imiş:

“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helal demeden mirası yiyorsunuz- Malı asın biçimde seviyorsunuz” (Fecr Suresi, ayet 17-20).

Burada geçen “siz” deyimi Araplara atıftır (bkz. Diyanet Vakfı’nın açıklaması). Kur’an’ın, Arap geleneklerinin kitabı olduğuna kanıt olmak üzere verilebilecek sayısız örneklerden bir diğeri, Ahzab Suresi’nin 4. ve 5. ayetleridir. Bu ayetlerde, “zıhar yapmak” ve “evlatlıları öz oğul olarak tanımak” gibi eski Arap geleneklerinin ortadan kaldırıldığına dair hükümler var. “Zıhar” denen şey, bir adamın, boşamak istediği karısına, “Sen bana anamın sırtı gibisin” demesi, bunu demekle o kadının kendi anası olarak sayılması ve bunun sonucunda kadının boş edilmiş olmasıdır. Bunu önlemek için ayet şu hükmü getiriyor: “Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, zıhar yaptığınız eslerinizi de analarınız yerinde tutmadı…” (Ahzab Suresi, ayet 4). Öte yandan yine eski Arap geleneklerine göre, evlat edinilen kimse, onu evlat edinenin “öz oğlu” gibi saydırmış. Böyle olduğu içindir ki, onun soyadını alır, ona mirasçı olurmuş.

Boşadığı ve ilişkisini kestiği karısı, kendisini evlat edinen tarafından karı olarak alınamazmış. Bunun en güzel bir örneği Muhammed, Zeyd ve onun karısı Zeyneb’le ilgili olaydır:

Muhammed, Hatice’nin hediye ettiği Zeyd b. Harise adındaki bir köleyi, daha Mekke dönemindeyken, ilk Müslüman olanlardandır diye kendine evlat edinir. Ve kendi adını ona verir. O zamana gelinceye kadar Zeyd, kendi öz babasına nispetle Zeyd b. Harise olarak çağrılırken, Muhammed tarafından evlat edinildikten sonra, Zeyd İbn Muhammed diye çağrılmaya başlanır. Muhammed, onu halasının kızı Zeyneb ile evlendirir. Medine’ye göçten sonra, günlerden bir gün Muhammed, Zeyd’i ziyaret için evine gittiğinde kapıyı Zeyneb açar. Zeyneb’in görünüşü Muhammed’e hoş görünür. Bunun üzerine Zeyd karısını boşar ve Muhammed Zeyneb’le evlenir. Ancak, geçerli olan Arap geleneği, böyle bir evliliği haram saymaktadır. Çünkü, bu geleneğe göre Zeyd, kendisini evlat edinen Muhammed’in öz oğlu durumundadır. Onun adıyla çağrılmaktadır. Ve işte Muhammed’in Zeyneb’le olan evliliğini sağlayabilmek için Tanrı, bu Arap geleneğini değiştirdiğini bildirmek üzere şöyle bir ayet indirir: “(Evlat edindiklerinizi) babalarına nispet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur…” (Ahzab Suresi, ayet 5). Bu ayete dayalı olarak Muhammed, daha önce Zeyd’in adını “Zeyd İbn Muhammed” olarak değiştirmişken, şimdi onu kendi öz babası olan Harise’ye nispetle çağırmaya başlar ve adını eski şekline dönüştürüp “Zeyd b. Harise” yapar. Ayrıca da Zeyd’in babası olmadığına dair Kur’an’a, Tanrı’dan geldi diyerek, “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir…” (Ahzab Suresi, ayet 40) şeklinde ayet koyar.

Fakat, ortada, evlat edinen kimsenin, evlatlığının boşamış olduğu kanlarıyla evlenemeyecekleri şeklindeki Arap geleneği vardır. Bu gelenek değişmedikçe Muhammed’in Zeyneb’le olan evliliği geçerli sayılamayacaktır. Ve işte engel niteliğindeki bu Arap geleneğini de değiştirmek üzere Muhammed, Kur’an’a şu ayeti koyar: “(Resulüm)… Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki, evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzab Suresi, ayet 37).

Böylece Araplar arasında o zamana kadar yerleşik olan bir gelenek sona erdirilmiş ve yerine bunun tersi olan bir gelenek konmuş olur! Şimdi, bu olay vesilesiyle sormak gerekir: Eğer doğru olan bu idiyse, neden acaba Tanrı bu işi daha önce, örneğin   Mekke   döneminde   değil   de,   yıllarca  bekleyip   Medine döneminde yapmıştır? Neden dolayı kötü bir geleneği değiştirmek için Muhammed’in Zeyneb’le evlenmesini beklemiştir? Bu soruların karşılığını diğer kitaplarımızda (özellikle Şeriat ve Kadın adlı kitabımızda) ele aldığımız için fazla durmayacağız. Fakat, burada değinmek istediğimiz şudur ki, Tanrı, Muhammed’in söylemesine göre, hep Arap gelenekleriyle meşguldür; hani sanki yeryüzünde başka topluluklar ve bu toplulukların düzeltilmesi ya da sürdürülmesi gereken gelenekleri yokmuş gibi!

Yine bunun gibi Kur’an’da, Kasas Suresi’nde, Tanrı’nın Araplara, hem de Araplardan bir kısmına, daha doğrusu Mekkelilere hitaben konuştuğu, onlara sağladığı nimetlerden söz ettiği görülür:
“…Biz onları, kendi katlınızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye)yerleştirmedik mi? Fakat, onlurıu çoğu bilmezler” (Kasas Suresi, ayet 57).

Yine bunun gibi Ankebût Suresi’nde, Mekke’nin Araplar için güvenlik sağlayan bir yer kılındığına dair şu ayet vardır:

“Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke’yi) güven içinde kutsi bir yer yaptığımızı görmediler mi? Hala batıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?” (Ankebût Suresi, ayet 67).

Öte yandan Kur’an’da “muhkem” (kesin) hükümlerden çok “müteşabih” hükümlerin yer alması da, Arapların inanç bocalayışı içinde kalan bir millet olmalarıyla izah edilmiştir ki, ileride ayrıca açıklayacağız.(8)

Yine bunun gibi Muhammed, yıl ve ay hesabını, Arap geleneklerine, Arab’ın niteliklerine ve yaşam koşullarına dayalı olarak “Arabi takvim” sistemine ve dolayısıyla “Kameri ay” esasına bağlamıştır. Örneğin, bir yılda on iki ay olduğunu anlatmak üzere, “…Allah katında ayların sayısı on iki(dir)…” (Tevbe Suresi, ayet 36) derken ve ayın vakit ölçeği olduğunu anlatmak amacıyla, “Sana, hilal şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki, ‘Onlar,insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir’…” (Bakara Suresi, ayet 189) diye eklerken, yılı aya göre hesapladığını, yani “Arabi takvim”e uyduğunu anlatmıştır. “Arabi takvim” sisteminde yıl hesabı, ayın dolamına göre yapılır. Yani yıl, yerkürenin güneş etrafındaki dolamına göre değil, ayın yerküre etrafındaki dolamına göre hesaplanır. Çünkü, Arap yaşamlarında ve Arap geleneklerinde ayın, güneşe nazaran çok daha üstün, daha önemli bir yeri vardır. Muhammed, “Kameri ay” hesabına dayalı “Arabi takvim” sistemini benimserken, Arabın İslam öncesi dönemlerine inen geleneklerini ve günlük yaşamının gereklerini göz önünde tutmuştur ki, o da, “ay”ın “güneş”e oranla üstünlüğü inancına dayalıdır. Gerçekten de Araplar, “güneş” ile “ay”ı, “Kamereyn” sözcüğüyle tanımlamışlardır. “Kamereyn” deyimi, “iki şeyden birini, öbürüne üstün kılar” şeklinde olmak üzere “ay”ı ön planda tutup, güneşi ikinci derecede kılan bir anlatışın ifadesidir; yani “Kamereyn” deyiminde “ay”, “güneş“e üstün tutularak belirtilmiştir. Bunun nedeni şudur: İslam öncesi dönemde genellikle çobanlıkla geçinen Araplar, çeşitli “Tanrı”lar yanında “ay Tanrı”yı da “kutsal” bilirlerdi. Her ne kadar güneşe ve yıldızlara tapmakla beraber, “ay” onlar için özel bir önem taşırdı. Şu bakımdan ki, çöl ortasında güneşin kavurucu sıcaklığında iş görme güçlüğü nedeniyle, gece serinliğinde iş görmeyi, örneğin sürü hayvanlarını otlatmayı yeğlerlerdi. Ve işte ay ışığı, onlara bu olanağı sağlamak bakımından bir nimetti; ayı “münir” (nurlandıran) sözcüğüyle nitelendirmeleri bundandır. Bundan dolayıdır ki, Muhammed, “ay”ın Tanrı tarafından “mir” olarak yaratıldığına dair Kur’an’a, “Tanrı odur ki güneşi ziya, ayı da nur yapmıştır. Ona (aya ve ay’ın gittiği yere) konaklar belirlemiştir…” (Yunus Suresi, ayet 5) şeklinde ayetler koymuştur. Burada “güneşi ziya yaptı” derken ve “ayı da nur yaptı ve aya konaklar belirledi” diye eklerken anlatmak istediği şey ayın güneşe oranla daha geniş, daha yaygın, daha etkili bir yönü olduğudur.

Kur’an yorumcuları bunu, “Nur ziyadan eamın (çok genel, çok yaygın)…” olarak ya da “nur, ziyanın pertev ve şuadır ki, zulmeti dafı olan (defeden) şulesi, ışığı demektir” diyerek açıklamaya çalışırlar.(9) Fakat, Muhammed, “nur” denen şeyin önemini biraz daha belirlemek amacıyla, Tanrı’nın, bizzat “nur” olduğunu ve “nur” adının Allah’a layık bir ad olduğunu anlatmak için şu ayeti koymuştur: “Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir… (Bu) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir…” (Nur Suresi, ayet 35). Böylece ayın Tanrı tarafından “nur” olarak yaratılmasını, ayın üstünlüğünün ve kutsallığının kanıtı saymıştır. Bunu da yeterli bulmamış, bir de ayın “nur”, güneşin “çerağ” olarak yaratıldığına dair şu ayeti koymuştur: “Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak nasıl yaratmıştır. Onların içinde ayı bir nur kılmış, güneşi de bir çerağ yapmıştır” (Nuh Suresi, ayet 15-16). Söylemeye gerek yoktur ki, oranla “çerağ”ın yeri daha aşağıdadır. Bazı yorumcular, bu ayetteki, “…güneşi de bir çerağ yapmıştır…” tümcesi yerine “güneşi de kılmış bir lamba…” çevirisine yönelirler ki,(10) fark etmez. Yine bunun gibi ayın kutsal bir niteliğe sahip olduğunu düşünerek, Muhammed, kıyamet saatini aya göre ayarlar görünmüştür. Örneğin, ayı parmağıyla ikiye böldüğüne dair Kur’an’a, “Kıyamet saati yaklaşır. Ay yarılır…” (Kamer Suresi, ayet 1-3) şeklinde ayet koyarken, ayın güneşe nazaran üstünlüğünü vurgulamıştır. Ve işte ayın güneşe nazaran üstünlüğüne dair Kur’an’a ayetler koymak yoluyla, yıl ve ay hesabının ayın görünüşüne göre yapılması gereğini belirlemiştir. Bunu, biraz yukarıda değindiğimiz Yunus Suresi’nin şu ayetinden anlamaktayız: “Tanrı odur ki güneşi ziya, ayı da nur yapmıştır. Ona (aya ve aynı gittiği yere) konaklar belirlemiştir. Yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye…” (Yunus Suresi, ayet 5). Daha başka bir deyimle, güya Tanrı “nur” niteliğinde yarattığı aya (kamere) birtakım konaklar (menziller) takdir etmiştir ki, Araplar yıl ve gün hesabını yapabilsinler diye! Çünkü, Arap inanışlarına göre ay (kamer) konaklayarak, yani “menzilden menzile seyrederek” gider ki, bu “menzil”lerin sayısı yirmi sekizdir. Ve ayın (kamerin) nuru, her bir menzilde birtakım değişiklikler arz eder. Şu bakımdan ki, ay (kamer), bu menzillerin her birinde bir ya da iki gece bulunur.”

Yine bunun gibi, ay hesabının aya (hilale) göre yapılması da, Arap yaşamlarına dayalı olarak öngörülmüştür. Gerçekten de Muhammed, Arap toplumunun okumasız ve cahil bir toplum olduğunu öne sürerek, “Bir ay (kah) şöyledir, (kah) böyledir” demiş ve bir ayda bazen 28 bazen de 29 gün olduğunu bildirmiştir. Konuyu ilerideki sayfalarda tekrar ele alacağız. Fakat, şimdilik belirtelim ki, Muhammed, sırf Arap geleneklerine uymak ya da İslami verileri Arabın niteliklerine ve yaşam tarzına uydurmak amacıyla “Arabi takvim” sistemini benimserken, bilimsellikten uzak ve sakıncalı bir yol tutmuştur. Çünkü, güneş sistemine göre kurulu bir evrende, yıl hesabını ayın dolamına göre yapmak sakıncalı sonuçlar doğurur. Nitekim, İslam ülkeleri bu sistemin sakıncalarına bugün de tanık olmaktadırlar. Şu bakımdan ki, yerkürenin güneş etrafındaki dolanımı 365 günde oluştuğu halde, ayın yerküre etrafındaki dolanımı, bir yılın on ikide birinden eksiktir. Bundan dolayıdır ki, Arap takvim sisteminde on iki ayın toplamı 354 gün tutar. Ve yine bundan dolayıdır ki, Arap takvim sistemine göre hesaplanan yıl, güneş takvim sistemine (Gregorian sisteme) göre hesaplanan yıldan on bir gün eksiktir. Bundan dolayıdır ki, İslam ülkelerinde belli olayların başlangıç tarihi, her yıl değişiktir. Örneğin, Ramazan ayı, yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki Müslüman ülkelerin her birinde farklı tarihlere rastlar. Çünkü, bu ülkelerde ay (hilal) değişik tarihlerde görünür. Bu yüzden Ramazan ayı, her otuz üç yılda bir bahara, yaza, güze ve kışa gelir. Ramazan ayının başlangıcı, ayın (hilalin) görünmesine göre saptandığı ve ayın (hilalin) görünmesi de her Müslüman ülkede farklı tarihlere rastladığı için, Ramazan ibadetinin oluşumu farklılık arz eder; daha başka bir deyimle hangi Müslüman ülkede ay (hilal) daha önce görünürse, orada Ramazan ayı (ya da bayramlar) daha erken başlamış olur. Bu olumsuzluk, 1978 yılında toplanan İslam Kongresi’nde alınan bir kararla giderilmek istenmiştir. Alınan kararla, bütün İslam ülkelerinde Ramazan’ın ve bayramların başlangıcı, ayın (hilalin) görünmesine göre değil, bilimsel astronomi yöntemlerine göre saptanan güne göre ayarlanması, böylece bir beraberlik kurulması öngörülmüştür. Fakat, buna rağmen yine de eski usule bağlı kalınarak, İslam ülkelerinde, birbirinden farklı durumlar kendini gösterir.

Kur’an’ın Arap geleneklerine ya da gereksinimlerine göre uydurulmasıyla ilgili diğer bir örnek, yedi lehçede olmak üzere indirilmesiyle ilgilidir. Gerçekten de Muhammed’in söylemesine göre Kur’an, Arapların tümü tarafından anlaşılsın diye, Arap kavimlerinin çeşitli lehçeleriyle, daha doğrusu yedi farklı lehçede olmak üzere indirilmiştir. Söylemeye gerek yoktur ki, bu konu, Kur’an’ın bütün insanlar için değil, sadece Arap kavimleri için hazırlanmış olduğunun bir başka kanıtıdır. Kur’an’ın Arap yaşamlarıyla ilgili ayetler yığını olduğu konusunda verilebilecek sayısız örneklerinden birisi de şudur:

Biraz ileride göreceğimiz üzere Kur’an’da tanımı yapılan cennetler, Arabın hem şehirlisini hem de Arap bedevisini imrendirecek şekilde, onların zevkine, isteklerine ve gereksinimlerine göre düşünülmüştür. Cennetlerle ilgili olarak Kur’an’da aşağı yukarı 145 ayet bulunmaktadır. Bunlardan, özellikle Bakara (ayet 25), Zümer (ayet 73-74), Sad (ayet 49-54), Saffat (ayet 41-57), Rahman (ayet 46-78), Nebe’ (ayet 31-35), Muhammed (ayet 15), Tür (ayet 19-24) İnsan (ayet 5, 17-22), Kehf (ayet 31). Hac (ayet 23). Fatır (ayet 33-35), Tür (ayet 21), Rad (ayet .   23-24), Yasin (ayet 55-58), Mü’min (ayet 7-9), A.’raf (ayet 44-50), Hadid (ayet 12-15, 21), Vakıa (ayet 17-36). surelerine şöyle bir göz atmak yeterlidir. Konuyu Şeriat ve Kadın adlı kitabımızda ele aldığımız için. burada fazla durmayacağız. Fakat, ilginç bir iki örnek vermek yerinde olacaktır:

Arabistan’ın uçsuz bucaksız çöllerinin ortasında, kavurucu güneşin altında, susuzluğa, açlığa, kadınsızlığa boğulmuş olan Arabin hayalini, yeşil ırmaklarla, çağlayanlarla, gölgelik sağlayan ağaçlarla, meyveliklerle, dal bastı kirazlarla, sıvama muzlarla, kuş etine varıncaya kadar her türlü leziz yiyeceklerle ve saklı inci gibi iri gözlü huriler, güzel, memeleri yeni sertleşmiş hurilerle dolu bir cennet tanımının bir kısmını Vakıa ve Nebe’ surelerinde bulmaktayız. Bu cennetlerde Arap, gölgeliklere kurulu “murassa” tahtlara oturmuş olarak ve çağlayan suların sesini duyarak, o en çok sevdiği meyvelerin en tatlılarını, daha da güzel şekilde bularak, dilediği kadar içtiği şaraplardan sarhoş olmayarak, hiçbir ihtiyar kadına rastlamadan,   sadece   memeleri   yeni   sertleşmiş   ve   “inci timsali” kızlarla yatıp kalkarak yaşayacaktır. Vakıa Suresi’ndeki şu ayetleri okuyalım:

“…Defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında; çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilemeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerinde… Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır, onları bakire ve eşlerine düşkün ve yaşıtları yapmışızdır… “ (Vakıa Suresi, ayet 27-38).

Dikkat edileceği gibi, burada “dikensiz sedir ağaçlan” diye bir deyim geçmekte. Bu deyim, Araplar arasında “Arabistan sidri” (Arabistan kirazı ağacı) diye bilinen “nabk” ağacından gelmekte. “Arabistan sidri” denen bu ağaç, dikenli bir ağaçmış ve dikenleri Arapları rahatsız edermiş. Muhammed, Arapların çok sevdikleri Arabistan kirazını, cennetin çeşitli meyveleri arasında göstermek amacıyla yukarıdaki ayetlere ”Arabistan sidri “ni eklemiştir. Fakat, eklerken onu “dikensiz” bir ağaç şeklinde göstermiştir.

Hakim ve Beyheki gibi kaynakların Muhammed’den rivayetlerine göre, Tanrı, bu ayeti indirince, Araplar sevinmişler ve Ashab’dan kişiler, “Allah teala bizi, Arabilerle ve onların meseleleriyle müstefid buyuruyor (yararlandırıyor)” demişlerdir. Ancak, çöl Araplarından biri (bir Arabi) Muhammed’in yanına gelip, Kur’an’daki bu ayetten söz ederek, “Ben cennette sahibine eza verebilecek bir ağaç bulunacağını zannetmezdim” diyerek, bu ağacın dikenli olup, dikenlerinin gelen geçene batabileceğini belirtir. Muhammed kendisine, Tanrı’nın bu ağacı cennete alırken “sidri mahdud” olarak aldığını, yani dikenini silip, her dikenin yerine bir meyve yaptığını ve onun meyvelerinden her birini, yetmiş iki renge boyadığını ve bu renklerden hiçbirinin bir diğerine benzemediğini söyler.(12) Yani anlatmak ister ki, Tanrı, cennete giren Arapların huzursuz kalmamaları için her şeyi düşünmüştür. Nitekim, biraz önce belirttiğimiz gibi Ashab’dan kişiler, Tanrı’nın, Arapla ilgili her şeyi dikkate alarak ayet göndermiş olmasını Araplar için övünülmesi gereken bir şey olarak kabul etmişlerdir.(13)

Kur’an’da, Arabın pek sevdiği Arabistan kirazından başka, hurmadan önemli şekilde söz edilir. Hem de öylesine ki, Tanrı, yeri ve göğü yaratmakla övünürken ve kullarını kendisine hayran kılmak isterken, örneğin, “Üstlerindeki, göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız. Onda hiçbir çatlak yok. Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk… Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik” derken, muhtemelen Arapları biraz da etkileyebilmek için, “Kullara rızık olması için, birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik…” (Kaf Suresi, ayet 6-11) diye ekler.

Yine bunun gibi, Arap yaşamlarında son derece önemli bir yer işgal eden deve, Kur’an’ın birçok ayetinin konusu olmuştur. Devenin her cinsini Kur’an’da, bulmak mümkündür (örneğin, bkz. Maide Suresi, ayet 103; Araf Suresi, ayet 40, 73, 77; Yusuf Suresi, ayet 65, 72: Hac Suresi, ayet 36; Enam Suresi, ayet 142-144: Mürselat Suresi., ayet 32; Tekvir Suresi, ayet 4; Hûd Suresi, ayet 64; İsra Suresi, ayet 59; Şuara Suresi, ayet 155; Kamer Suresi, ayet 27; Şems Suresi, ayet 13)

Tanrı güya deveyi yaratmakla çok önemli bir iş görmüş olduğunu Araplara anlatmak için Gaşiye Suresi’nde, “Bakmazlar mı ki, deve nasıl yaratılmıştır. (Gaşiye Suresi, ayet 17) şeklinde konuşmaktadır.

Cehennemin korkunçluğunu anlatmak için, Mürselat Suresi’nde, “…O (cehennem) saray gibi kocaman kıvılcım saçar; her bir kıvılcım sanki birer sarı deve gibidir” (Mürselat Suresi, ayet 32-33) der. Kıyamet gününün önemini anlatmak üzere, Tekvir Suresi’nde, güneşin katlanıp dürüldüğünden, yıldızların kararıp döküldüğünden, dağların sallanıp yürütüldüğünden, denizlerin kaynatıldığından, ruhların bedenlerle birleştirildiğinden söz ederken, gebe develerin başıboş salıverildiklerini bildirir (Tekvir Suresi, ayet 1-7). Hani sanki yeryüzünde gebe deveden başka sözü edilecek hayvan yokmuş gibi! Enam Suresi’nde yük taşıyan ve tüyünden döşek yapılan hayvanlardan söz ederken (Enam Suresi, ayet 142), dişi ve erkek olarak sekiz eş ve ayrıca koyundan iki, keçiden iki yarattığını söylerken “Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattık)…” der (Enam Suresi, ayet 143-144). Efsanevi hikayeler anlatırken “deve yükü”nden ya da “deve yükü bahşiş”ten söz eder (örneğin, Yusuf Suresi, ayet 65, 72). Adak olarak adanan şeyleri anlatırken, Maide Suresi’nde, “Kulağı çentilen, adak diye kıra salıverilmiş olan develerden” (Maide Suresi, ayet 103) söz eder ki, bunlar, Arapların “bahire” ve “şaibe” diye adlandırdıkları develerden başka bir şey değildir. Söylemeye gerek yoktur ki, Muhammed, deveyi böylesine önemli göstermekle, Tanrı’yı ve dolayısıyla Tanrı’nın elçisi olarak kendisini, Araplara daha kolaylıkla inandırabileceğini hesaplamıştır.

Kur’an’ın esas itibariyle Arabın kitabı olarak hazırlandığına dair bu tür örnekleri sergilemek için ciltler yetmez. Sadece şunu ekleyelim ki, Muhammed, ilk başlarda kendisini sadece Arap kavmine gönderilmiş olarak tanımlamışken, Medine’ye göç (hicret) ettikten sonra, yavaş yavaş güçlenmekle yeni bir siyaset izler olmuş, kendisini Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğer toplumlara kabul ettirebilmek için bütün insanlığa gönderilmiş gibi göstermiştir. Bunu yaparken Yahudilerin ve hıristiyanların, kendilerine gönderilen kitapları (Tevrat, incil) tahrif ettiklerini ve bu nedenle Kur’an’a uymaları gerektiğini söylemiştir.

Dipnotlar:
6)Bu konuda özellikle bkz. Arap Milliyetçiliği ve Türkler. Kaynak Yayınları, altıncı basım, İstanbul, Mart 1999. s.337 vd.
7)Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Kur’an-ı Kerim ve Açıklarındı Meali. Ankara, 1993. 54
8) Turan Dursun. Kur’an Ansiklopedisi. c,3. s.89 vd…; Fahruddin Razi. Tefsir, c.29, s.208.
9)Elmalılı H. Yazır. age, c.4, s.2672-2673.
10)Elmalılı H. Yazır, age,c.7. s.5367.
12)Elmalılı H. Yazır. age, c.6. s.4706-4707.
13)Elmalılı H. Yazır age. c.6. s.4706.

Yorum Gönder

1 Yorumlar


  1. ben yıllarımı bu sacmalılara inanarak gecirdiğim için utanıyorum ya. müslümanken bildiğimden fazla dini bilgiyi ateistliğimde öğrendim kuran muhammet allah kafamın içinde o kadr yer kaplıyormus ki ilave bilgi alamamısım hiç. zihnimi özgür bırakan ve bırakmama yardımcı olan herkese sonsuz teşekkürler...

    YanıtlaSil

Küfürlü, aşağılayıcı, hakaret içeren, içinde fikir barındırmayan ve yazı içeriğiyle ilgili olmayan yorumlar yayınlanmayacaktır.

Emoji
(y)
:)
:(
hihi
:-)
:D
=D
:-d
;(
;-(
@-)
:P
:o
:>)
(o)
:p
(p)
:-s
(m)
8-)
:-t
:-b
b-(
:-#
=p~
x-)
(k)